İnsanlık tarihinin farklı dönemlerinde tanrılık iddiasında bulunanların var olduğu görülmektedir. Bu iddiada bulunanlar en genel manada iki kısma ayrılmaktadır. Birinci kısmı devleti tek elden yönetmek için dinin gücünü ikame etmek isteyenlerdir. İkinci kısmı da nefsi ile imtihanını kaybedip hayır ve güzellikleri kendinden bilerek tanrılık iddiasında bulunanlardır. Bu makalede bu iki grup insanlar ve onların modern zamanlardaki yansımaları incelenmektedir.
Birinci Kısım
Tanrılık iddiasını yönetimde meşruiyeti elde etmek için kullanan insanlara bakıldığında en dikkat çeken şahıslar nemrut ve firavundur.
Nemrut ve firavunun tanrılık iddialarının kökeninde insana verilen üç kuvve yatmaktadır. Bu kuvvelerden birincisi menfaatleri celp için verilmiştir ki bu “kuvve-i şeheviye”dir. İkincisi “kuvve-i akliye”dir ki iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edip seçmek için verilmiştir. Üçüncüsü de “kuvve-i gadabiye”dir ki zararlı şeyleri def için verilmiştir.
“Lakin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.”[1]
İşte bu kuvvelerin olması gerektiği gibi yani vasat mertebede olması sırat-ı müstakimi netice veriyor. Ama ifrat ve tefrit mertebelerinde olması ise şu sonuçları ortaya çıkarıyor:
“Kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında nemrutları, firavunları, şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.”[2]
Buna binaen denilebilir ki firavun ve nemrutun iddiaları bu üç kuvvenin istikamet dışında kullanılmasından ortaya çıkmıştır. Mesela nemrut kuvve-i gadabiyede azgınlaşıp “tanrı kral” olduğuna inanmış ve halkı etrafına toplamıştır. Ayrıca girdiği hiçbir savaşı kaybetmemiş ve tanrılaştığı fikrini ortaya atmıştır.
Firavuna baktığımızda da kuvve-i gadabiyede ziyade azgınlaşmasıyla birlikte haddinden büyük davalara kalkışmıştır. Firavunun bu derece zulüm ehli olmasının sebebi ise kurmuş olduğu saltanatı olup bunun dayanağı ise ekonomi ve din sınıfıdır. Bir yandan kendine ait din adamlarından oluşturduğu bir grupla halkı korkutup onlara sihir, büyü yaparken bir yandan da Mısır’ın cehennemi andıran çöllerinin yanında cenneti andıran Nil Nehri’ne sahiptir. Lakin bu zulüm düzeninin kurulmasında suç tek başına firavuna ait olmayıp ona boyun eğen, kendi benliğini kaybeden ve firavunun tanrılaşma fikrine karşı çıkmayıp ona boyun eğen halktadır. Yani firavun da kendileri gibi insanken, insanların sahip olmadığı ilahi güçlere o da sahip değilken tanrılık iddiasında bulunması ve halkın bunu kabul etmesi hatta “Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim?”[3] hitabına karşı “Evet sen bizim en yüce rabbimizsin” demeleri, benliğini yitirmiş insanların nasıl zulüm sistemine köle haline geldiğini gözler önüne sermektedir. Bu tarz bir zilleti kabul etmenin farklı insanlar açısından farklı sebepleri de yok değildir. Kimileri ekonomik olarak zenginliğini korumak ve arttırmak için boyun eğerken (Karun gibi) kimileri de baştaki adamın yanında bulunup makam sahibi olan, onun yaptığı kötülüklerle sevinen, ona dalkavukluk eden ve tüm bunları makamını korumak için yapan (Vezir Haman) gibi karakterler de vardır. Kur’an’da bize anlatılan bu kıssanın dikkat çeken noktası ise bütün tarih boyunca bu tarz fikri altyapı ile hayatını sürdüren insanların görülmesi ve görülecek olmasıdır.
Mesela firavunun veziri Haman tanrılık iddiasında birinci tip bir adamın yanında onun desteği ile bir makam elde eden, elde ettiği makamı korumak ve düzenden beslenmek üzere çalışan bir bürokrat tipidir. Hakkı batıldan, zulmü adaletten ayırmadan iş gören bir adamdır.
Bu kıssadan ve Kur’an’daki diğer kıssalardan hareketle diyebiliriz ki: Kur’an’da adı geçen, kendisinden söz edilen insanlar birer modeldir. Mesela firavun, firavunun veziri Haman veya onun döneminde yaşamış Karun insanlık tarihinde sürekli karşılaşılan insanları temsil eden birer karakter modelidir. Yani Kur’an-ı Kerim sadece tarihi bir olayı ve birtakım şahsiyetleri anlatmıyor bize. Aynı zamanda gelecek zamanlarda benzerleri olacak insan modellerini çiziyor. Yani böyle insanlar şimdi var, ileriki zamanlarda da olabilir diye ufuk açıcı bir isimlendirme ve tanımlama yapılmaktadır.
Bu hakikatten hareketle bir de Karun modelinin var olduğunu söyleyebiliriz. Karun esasen İsrail kavmindendi yani firavunun kavminden değildir. Ve bu zatın çok büyük bir serveti var. Hatta güçlü kuvvetli bir topluluğun onun hazinesinin anahtarlarını zor taşıdığını Kur’an bize bildiriyor. Ona deniliyor ki “Allah sana bu kadar nimetler ve servet bahşetti, sen de Allah yolunda ihtiyaç sahiplerinin bir kısım ihtiyaçlarını gidersen!”. Ama (Karun) اِنَّمَٓا اُو۫ت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ[4] dedi yani “Bu servet bana ancak bendeki bir ilimden dolayı verilmiştir. Ben bunları ilmimle kazandım” diye karşılık vermiştir. Şu an günümüze baktığımızda da kitlesel olarak dikte edilen bir enaniyet duygusu budur aslında.
Sonra Allah bu sözünün neticesinde onu ve servetini yerle bir ediyor, kendisi de serveti de yerle yeksan oluyor. Sözün özü Karun da bir modeldir. Şu anda da içimizde Karunlar var. Malının çoğunu faizden kazanan, fakirin elindeki ekmeğe dahi gözünü diken insanlar var. Özetle denilebilir ki karunlar ve firavunların her çağda yaşamaktadır.
Firavunun ve etrafındakilerin tüm zulümleri ve iddialarının neticede iki noktaya dayandığı saltanatı Cenab-ı Hak tarafından gönderilen üç musibetle helak edilmiştir.
- Çekirge istilası ki, Nil Nehri’ni elinde tutmanın ekonomik avantajı olan bütün mahsulü yok edilmiştir.
- Bit belası ki içtimai ve sosyal hayatlarını zir ü zeber etmiştir.
- Musibet ve ölümü ise çok güvendiği ve saltanatını yasladığı suda olmuştur. Cenab-ı Hak Kızıldeniz’de onu helal etmiştir. Yunus suresinin 90. ve 93. ayetlerinde firavunun ölümü ile ilgili Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Derken İsrailoğulları’nı denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: ‘Elhak inandım ki İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O’na teslim edenlerden biriyim.’ ‘Şimdi mi? Hâlbuki daha önce hep başkaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın.’ ‘İşte bugün senin cesedine necat vereceğiz ki senden sonra gelenler için bir ibret olsun! İnsanların pek çoğu gösterdiğimiz delillerin bilincinde değildirler.’”
Bediüzzaman hazretleri de bu ayetle ilgili şu hakikatleri ders vermektedir:
“(…) Gark olan firavuna der: ‘Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim’ ünvanıyla umum firavunların, tenasuh fikrine binaen, cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-ı hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden[5] o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevcleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret i gaybiyyeyi bir lem’a-i i’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder.”[6]
Yani eski Mısır inancında ölenlerin “tenasüh” yani ruh göçü ile tekrar hayata döneceklerine inanıldığı için değerli eşyaları ve cesetleri mumyalanıyor. Mumyalama işi sonraki nesillere bir intikal vasıtasıdır. Yani o dönem ve inançları hakkında mumyalama âdeti, gelecek nesle önemli bir ibret levhası hükmündedir.
Tüm bunların yanında firavun ve nemrut kıssalarından çıkarılması gereken manidar derslerden birisi de Cenab-ı Hakkın onları çok küçük mahlûklarıyla helak etmesidir. Yani kibirlenen, ulûhiyet dava eden ve emanete ihanet eden bu iki adamı –birini sinekle birini de çekirge ve bit ile– terbiye etmiş ve celalini tecelli ettirmiştir.
Firavun ve nemrutun zulüm ehli olduğundan bahsedilince “Zulüm nedir?” sorusu akla geliyor. Zulüm, insanın fıtratına derç edilen ve sınırı olmayan kuvvelerin taşkınlığıdır. Kendini rabbiyle tarif etmesi gereken insan, nefsine ve enesine müstakil bir vücut verip zikrediyor ve “ben” diyor. Bu mesele bir hadis-i şerifin perspektifiyle incelenebilir:
“Hadîsin rivayetlerinde var ki: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: ‘Ben neyim, sen nesin?’ Nefis demiş: ‘Ben benim, sen sensin’ Azab vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: ‘Ene ene, ente ente’. Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: ‘Men ene vema ente’ Nefis demiş: ‘Sen benim Rabb-ı Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim…’”[7]
Dolayısıyla insan ilk önce rabbine diklenip “Ben benim, sen sensin” diyerek yoldan çıkar. Sonra nefsine güveni o kadar azgınlaşır ki “Sen bana karışma der” gibi yani vahyi ve gönderilen elçileri dinlemez. Bunun daha ileri bir boyutu ve en tehlikeli olanı ve bu yazının da konusu olan o cümleyi eder: “Sen yoksun ben varım.” Çünkü kendi âleminde kendi nefsini kendine ilah edinen “Nefsinin arzusunu tanrı edineni gördün mü?” ayetine masadak (doğrulayıcı) olur, dünyada da ahirette de azap içinde kalır. Ve bu itikattaki bozukluklar, uluhiyet davasına kalkışmalar ise gadab-i ilahiyi celbeder. Önceki satırlarda dile getirilen nemrut ve firavunun akibetleri gibi.
Cenab-ı Hak insana verilen emanet ve vazife ile ilgili şunları buyurmaktadır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim (zalum), çok cahildir (cehul).”[8]
Zalum, zalimliğinde sınır olmayan kişidir. Burada aslında ظَلُومًا mübalağa sigası ile gelmiştir. Siga-i mübalağa sınırsızlık anlamı verir. Meallerde bu ayette “çok zalim” manası verilir ama aslında bu mana eksiktir. Çok zalim ama o çok zalimliğin de bir sınırı vardır. Çünkü çokluk nispi bir sınırdır. Dolayısıyla insan kendine verilen bu üç kuvve ile âlâ-yı illiyine de çıkabilir, esfel-i safilin olan aşağıların da aşağısına düşebilir.
Ve yine kendini güçlü bilenler, güçlü görenler ubudiyette nakıs kalırlar. Bu kişilere acz ve fakrlarının bildirilmesi ve gösterilmesi lazımdır ki kulluk dairesinden çıkmasınlar. Bunun için de Cenab-ı Hak imtihanlar, hastalıklar ve musibetlerle insanoğluna acizliğini hatırlatır ta ki insan aczi ve fakrını fark ederek Allah’ın kudretine ve rahmetine iltica edebilsin.
Firavun kıssasında görülen celal tecellisini ve aynı dersi Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın hicreti esnasında da görmek mümkündür. Yani Cenab-ı Hakkın kibirlenen insanları küçücük mahluklarıyla terbiye etmesi hakikatini bu hadisede de okumak mümkündür. Şöyle ki:
Manevi tevatür derecesinde bir şöhretle Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekir-i Sıddîk ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira’nın kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedâr gibi harika bir tarzda kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir.
“Hattâ rüesâ-yı Kureyş’ten, Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselamın eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy ibni Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: ‘Mağaraya girelim.’ O demiş: ‘Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Muhammed (asm) tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir.”[9]
Bediüzzaman hazretleri Ankebut suresinin ilgili ayetlerini tefsir ederken şöyle demektedir:
“Birden, bu âyet-i kerîmenin iki harfinde yani لَوْ harflerinde bir mu’cize gördüm ki benim vehmim yerine yüksek bir lem’a-i i’câz bildim. Şöyle ki: Sûre-i Ankebût Mekke’de nazil olduğu için, Kureyş’in imana gelmeyen reisleri Peygambere (asm) suikast edeceklerini ve o suikastın içinde en zaif ve en küçük bir hayvan olan bir örümcek o reislerin o şiddetli hücumlarına karşı mukabele edip galebe edecek. Yani örümceğin hanesi olan ağ en zaif bir perde iken o kuvvetli reisleri mağlûp edeceğini göstermekle âyet diyor ki: En zaif bir hayvana mağlûp olacaklarını faraza bilseydiler bu cinayete ve bu suikasta teşebbüs etmeyeceklerdi.”[10]
Kısacası Cenab-ı Hakk, kendi emri dairesinde hareket etmeyen, nefsini dinleyen hatta nefsine tapan ve büyüklenip yaratıcısına isyan edenleri küçücük mahlûklarıyla, askerleriyle terbiye etmiş ve yaptıkları zulümlerin bedelini daha dünyada iken onlara göstermiştir.
İkinci Kısım
Felsefe geleneğinin üstatlarından olan Eflatun ve Aristo ile onların düşüncelerini İslam dünyasına taşıyan İbn-i Sina ve Farabi gibi filozoflar insan ve tanrı arasındaki mahiyet farkını ortadan kaldıran bir fikir önermişlerdir. Bu fikir de şudur:
“İnsaniyetin gayetü’l-gayatı teşebbüh-i bi’l-vacibdir. Yani Vacibü’l-vücuda benzemektir.”[11]
Bu ifadede apaçık bir küfür unsuru yoktur lakin şirke ve küfre yol açacak ve insanı benlik ve kibre sevk edecek unsurlar mevcuttur. Her nefiste firavunlaşma potansiyeli vardır ki âlimler bunu enaniyetin mertebeleri arasında tefer’un mertebesi olarak zikretmiştir. “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız”[12] mealindeki hadisten hareketle bir kısım âlimler, insanın ancak ilâhî ahlak ile ahlaklanmakla yani Allah’ın razı olduğu ahlakla donanmakla kemale ereceğini bir derece hissetmiş ama yanlış tefsir etmişlerdir. Yani insanın dikey bir sıçrayışla vücub alanına girmek istemesi yani teşebbüh-i bi’l-vacip fikri, enenin farazi varlığını terk ederek gerçeklik kazanma teşebbüsüdür. Halbuki eneye gerçeklik atfedilen her an dikey bir sıçrayışla imkan âleminden vücup âlemine girmeye çalışmak yani tanrılaşma çabasıdır. Dolayısıyla bu hadisten çıkarılacak ders dikey bir sıçrayışla –haşa– O’na benzemeye çalışmak değil O’nun razı olduğu ahlakla donanmaktır.
Kemale ermek demek ise İslami ıstılahta “insan-ı kamil” olarak sistematize edilmiştir. Yani insan-ı kamil sadece tasavvufla sınırlı bir mana değil Kur’an terbiyesi ile yetişen insan modelidir ve bu mananın mücessem ve yaşanan hayata dönüştürülmüş şekli de Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamdır.
“Pavlusçu Hıristiyanlık da, İsa’yı hem tanrı hem de insan olarak gördüğü için, insan-tanrı arasındaki ilişkiyi bütünüyle geçirgen hale getirmiştir. İnsanın tanrının çocukları olarak kavramlaştırılması, theosis fikri, yani kişinin ancak tanrı olarak kurtuluşa erebileceği düşüncesi Hıristiyanlığı insan-tanrı ilişkisini kavramlaştırmada bütünüyle teşebbüh-i bi’l-vacip eksenine oturtur. Tanrı huzuruna kişi bir tanrı olarak çıkacaktır! Aynı fikir Yahudilikte apotheosis şeklinde yer alır.”[13]
Tüm bu tarihi geçmişinin yanında şu an ki ortaya atılan bazı “modern” düşünce yapıları ve görüşler de bir nevi tanrılaşma fikrine hizmet ediyor: Hiç kimseye muhtaç olmayan, her şeyi kendi başına halleden hatta zaruri denilen ihtiyaçları bile olmayan insanlar.
Mesela artık insanların göbek bağına mahkum olmadan veya bir anne olmadan da dünyaya gelebileceklerine dair teoriler. Bu fikirlerin ve çalışmaların iyi mi kötü mü olduğunu tartışmak yerine yapılışlarındaki amaç ve arzuların görülmesi gerektiği kanaatindeyim.
Yine reklamlarla veya sosyal medya aracılığıyla sıklıkla duyduğumuz bazı kelimeler bu isteğin bir yansımadır. Mesela “Kaderimi baştan yazarım”, “Bizim yapamayacağımız bir şey yoktur”, “İstersen her şeyi yapabilirsin” vs.
Bilimkurgu romanlardaki ve sinemadaki insanüstü güçlere sahip olan süper kahramanlar da modern insanın bu özlemini ifade etmektedir.
Peki, bu özgürleşme ve tanrılaşma iddiaları insanı gerçek manada mutlu edebilir mi? Yoksa kendini zahiren sınırlayan her türlü olgunun inkârı (mesela kader gibi) insanı müthiş bir huzursuzluk ve uçuruma mı itiyor?
Aslında her insan bu sorunun cevabı için nefsi bir muhasebe yapabilir. Yani hayatın ağır tekâlifi altında ezilen, maddi-manevi bütün yükü sırtlanan bir insan modeli mi yoksa karşılaştığı her zorlukta arkasında ilmi, iradesi, kudreti ve rahmeti sınırsız olan bir zatın var olduğunu bilip dua vasıtasıyla onun kapısını çalan insan olmak mı?
Tek bir vücudu ve sınırlı kudreti olduğu halde binler işlere güç yetiştirmeye çalışıp helak olan bir insan mı yoksa her hadisenin arkasında sonsuz bir kudret elinin işlediğini gören, her şey O’na muhtaç olan ama o hiçbir şeye muhtaç olmayan Zat’ı hissedip O’nun kudretine dayanmak mı?
Kadere imanı etmeyip her karşılaştığı hadisede titreyen ve nokta-i istinad ve istimdadı olmayan bir insan mı yoksa her hadiseyi daha vücuda gelmeden bilen, ezeli ilim sahibi birinin kâinatta yaş ve kuru ne varsa kaydettiğine iman edip hiçbir hadisenin tesadüf eseri gerçekleşmediği olgusuyla ferahlayan ve maddi-manevi ağırlıklarını kaderin sefinesine atan bir insan olmak mı?
Tüm bu tanrılık iddiaları bir kaplumbağaya kelebek kanadı takmak gibidir. Teorik olarak kanadı olanlar uçar ama kaplumbağaya kanat takmaya çalışmanın ne kadar abes olduğu aşikardır.
Dolayısıyla insan kendisine verilen emanet-i kübrayı ve bezm-i elestte verdiği sözü daima hatırında tutan bir hayat geçirmelidir. Böyle bir yaşantının temeli ise kendisini doğru yerde konumlandırması ve yaratılış amacını bilmesine dayanmalıdır. Başlangıç konumu yanlış olunca ve yola çıkış amacı unutulunca çizilen rota da yanlış oluyor ve nihayetinde de yanlış yolda giden, ömrünü ve verilen sermayesini boşa harcayan bir hayat modeli karşımıza çıkıyor.
Sözün özü insan, tüm bu haddini aşan iddialarından vazgeçip kendinde tecelli eden isim ve sıfatların ne olduğu, kendindeki ve kâinattaki karşılıklarının sorgulamasının ve takip edilmesinin bir insan için varoluşun en temel sorgulaması ve amacı olduğunu bilerek hayatını bu doğrultuda ve bu şuurda geçirmelidir.
_____________________________________________________
[1] İşârâtü’l-İ’câz, Fatiha suresinin tefsiri
[2] Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat
[3] Nâzi’ât 79/24.
[4] Kasas 28/78.
[5] Londra’daki British Museum’da korunan cesedin firavuna ait olduğu genel bir kanaattir. Elbette bu genel kanaate katılmayan farklı düşünceler de bulunmaktadır. Bu tür düşüncelerin bulunması genel kanaate zarar vermez. Devrin her döneminde böyle ihtilaflar bulunabilir. Nitekim ayette asıl verilen mesaj materyalist olan firavunun ahiret hayatını inkâr mânâsına gelen mumyalama âdetine işarettir.
[6] Emirdağ Lahikası-2, 86.
[7] El-Havbevî, Dürretüt’l-Vâizîn, s. 11.
[8] Ahzâb 33/72-73.
[9] Emirdağ Lahikası-2, 86.
[10] Emirdağ Lahikası-2, 86.
[11] Sözler, Otuzuncu Söz, 244.
[12] Mansur Ali Nasıf, et-Tac, 1: 13 (Mukaddime); Bu sözün hadis olup olmadığı konusu tartışmalıdır. İmam Gazali (ra) dahil birçok alim bunu hadis olarak aktarırken hadisçiler ise anlamı hadisler tarafından doğrulanmış bir kelam-ı kibar olarak kabul ederler. Bu manayı destekleyen hadisler için şu kaynaklar verilebilir; Ebu Davud et-Tayalisi, Müsned, I, 82; Ebû Bekr Ahmed b. Amr b. Abdilhâlik el-Bezzâr el-Basrî, Müsned, II, 91; el-Münavi, Feydu’l-kadir, II, 228; IV, 74; V, 170, 172.
[13] Bkz. James D. Tabor, Studies in Judaism: Things Unutterable, Paul’s Ascentto Paradise in Its Greco-Roman, Judaicand Early Christian Contexts (Oxford Press, New York: 1986), 18; Tanrı’nın zaman ve mekana dayalı, beşeri nutuk ve heyecana sahip, insan-örnekli bir varlık olarak tasviri için de bkz. Tabor, Studies in Juadism, 44.