Ahirzaman fitnesi

Ahirzaman fitnesi

Fitne-i ahirzamanla beraber şiddetlendi küfrün taarruzu.

Kal’a-i İslamiyet’in etrafındaki surların yıkılışı kolaylaştırdı dahili ve harici bid’alaların amansız istilasını.

Hak ve son din İslamiyet aleyhine asırlardır birikmiş olan gayz ve kin boca oldu birden bire hiç umulmayan haliyle.

Hayat-ı içtimaiyeye temas eden hiç kimse kurtaramadı elini, bedenini ve libasını o zakkum çekirdekleri olan günah ateşlerinden.

Kapatılınca medreseler talip edilemedi hükm-ü Kur’an.

Zikir sesleri kesilmişti artık tekkelerden, zavilerden.

Taştan minareler bile ağlıyordu ezana hasretinden.

Tespih taneleri gibi dağılmıştı bin yıldır İslamın sancaktarlığını yapan millet.

Ocağımızın redd-i miras ettiği yetmez gibi lisanında mazisine tespih-i lanet.

Hz. Adem’den (AS) Kıyamete kadar insanlığın başına gelecek en büyük fitne uyanmıştı artık. Azazil’e dahi istiğfar tespihi çektirecek ins-i iblis, kadınlar taifesiyle başladı şer ordusunu kurmaya.

Cennetini ve cehennemini inşa edip davet etti uyuşturduğu dimağları cazibedar hevesatıyla.

“Fitne-i ahirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hakim olmaz”[1] hakikatini yaşıyordu gözlere inen akıllar.

Müminler; severek, isteyerek, iradesiyle teslim oluyordu en dehşetli hasmına.

Hürriyetini ve izzetini, iffetini ve  emanetini, hatta ahiretini feda ediyordu hazzına.

Hız peyda etmesine rağmen, ölüm unutulmuştu artık tevehhüm-ü ebediyetle.

Faniler baki, kömürler elmas gibi görülür oldu dessas üflemelerle.

Neden sonra farz-vacip-sünnet tarifleriyle başladı mü’minlerin zihnindeki parçalanma.

Dağılmıştı zihinler, önemsenmiyordu vahiy, korkutmuyordu Cehennem, istenmiyordu şecere-i tuba.

Her yerden saldıran günahlar yavaş yavaş mahall-i iman olan kalbleri karartıp taşlaştırdı.

Maziyle olan bağlar ve köprüler bir bir koparıldı hoyratça, insafsız zalimlerce.

İstikbal!!!

Artık bu kavram zahir olarak dahi anlaşılamıyordu ki özüne nüfuz edilebilsin.

Artık haz ve hız çağı, tahrip ve yıkım mevsimi başlamıştı.

Lezzetleri acılaştıran ölümü zikretmek şöyle dursun, hatırlamak dahi ızdırap veriyordu bekayı fenada arayanlara.

Hayvan gibi dünyanın her türlü zevk ve lezzetini tatmak ve tattırmak istiyoruz” deyip eski çağların karanlık dehlizlerinde zincirlenmiş cani cürümler bir bir salıveriliyordu mü’minlerin hanesine.

Ebedi hayatı mahveden bu ejderhalardan mürekkep öyle cürümler işlendi ki isim dahi koyamamıştı beşer.

Öyle lekedar oldu ki nurani ruhlar, öyle tahrip oldu ki kalpler, latifeler.

İmanlar tutuşmuş yanarken, sefahat tufanında boğulurken, hevesat toprağında gark olurken, henüz tefessüh etmemiş vicdanların çığlık ve haykırışları inletiyordu semayı.

Umutlar sönmüş, yeis zulmeti her yeri sarmış, tahrip olmayan kalmamışken…

Uzaklardan bir ses duyuldu “ümmeti ümmeti” nidasını andıran…

Bir el uzatıldı masumlara “Levlake Levlake”nin mazharını hatırlatan…

Başını düzelten, sonunu düzeltmez mi?

Vahşilere tesir eden, mü’minleri terbiye etmez mi?

Nemrutlar, Firavunlar azar da gelmez mi İbrahim’ler, Musa’lar?

Açılmaz mı denizler?

Selametli olmaz mı ateş?

Deccalların, Süfyanların tahribini tamir için nüzul etmez mi İsa (AS)?

Zuhur etmez mi Mehdi (RA)?

Buyurmuş ötelerden, çok ama çok önceden şefkatli Nebi (ASM).

Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabı kazanabilir”[2] diye.

Sancaktar da bu emre ittiba edip buyurmuş “Bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor.”[3] diye.

Bid’alar istila etmişse eğer bilad-ı İslamı, mahall-i imanı.

Sarsılmışsa sütunlar dahili ve harici darbelerle.

Fesada, bozguna uğramışsa ümmet alamet-i kıyamet olarak.

Vakti gelmiştir haber verilen büyük cihadın, nefisle olan zor savaşın.

Nefes alıyorsan sen de bu asırda, takdir edilmişse ömrün fitne asrında, kaçar yok açılmış başına öyle bir dava ki, ya kaybetmek imanını ya da kazanmak.

Bir tarafta hayır ve saadetli ebed, diğer tarafta şer ve şekavet.

Vicdanını dinle, eğer diyorsa illa ebed, illa ebed.

O zaman gel!

Kur’an tezgahında dövülmüş takva zırhı giyilecek.

Sünnet-i Seniyyeden siperler eşilecek.

İstiğfar silahıyla mukabele edilecek.

“Lâ taknetû mir rahmetillah”[4] dergâhına girilecek.

Şeair-i İslamiye ve Sünnet-i Seniyye yeniden ihya edilecek.

Dağlar kadar taşları olan kal’a-i İslamiyet yeniden inşa edilecek.

Ehl-i imanın imanının selameti için her şey feda edilecek.

Hira’daki ilk nefesten, hane-i saadetteki son nefese kadar yirmi üç yıllık ömür değil midir İslamiyet?

Her haliyle, her tavrıyla, her kal‘iyle yaşanarak tatbik edilene tebaiyet.

İşte din bundan ibaret.

Farz sünnetler, vacip sünnetler, nafile sünnetler.

Rabbimizi sevmenin adı da, Rabbimizin sevmesinin şartıd a ittiba etmektir O’na (ASM).

Fırtınalı ve soğuk bir zamandaki nöbet gibi.

Allah için şehadet şerbeti içmek gibi.

Ötelerden övülen ve beklenen tamircinin askeri gibi.

Bu zamanda da İslamiyet yaşanabilir deyip, Sünnet-i Seniyyeyi ihya ile bid’aların istilasını def etmek.

Sönmez ve söndürülemez bir güneş olan Kur’an ahlakını ittiba-i Sünnetle aleme ilan etmek.

Nuh’un (AS) gemisinde olanlar gibi,

Musa (AS) ile denizden geçenler gibi,

Fahr-i Alem’in (ASM) cesed-i nuranisini koruyan Uhud şehidleri gibi,

Sünnet-i Seniyyeyi yaşayarak din-i İslamın muhafızı olmak-olabilmek duasıyla…

Kaynakça

[1] Fethü’l-Kebir 1:315, 3:9; Müsnedü’l-Firdevs, 1:266.

[2] Müsnedü’l-Firdevs, 4:198; Fethü’l-Kebir, 3:353.

[3] Kastamonu Lahikası, s. 110.

[4] Zümer Suresi,  53.

Bu yazı Genç Yorum dergisinin Nisan 2014 sayısından alıntıdır.

İsmail Kartal
Latest posts by İsmail Kartal (see all)
Share

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.