SERİNİN İLK yazısında tasavvuf ve tarikatların takip ettiği kurbiyet yolunun ve Risale-i Nur’un takip ettiği akrebiyet yolunun ne olduğuna ve farklarına değinmiştim. Sonrasında ise anlattığım hakikatlerden hareketle ve Risale-i Nur’dan bazı bölümlerle Risale-i Nur’a gelen itirazlara cevaplar aramıştım, bu yazıdan muradım da o yönde; daha önceki yazımda anlattığım hakikatler ve Risale-i Nur’dan ilgili bölümlerle, gelen itiraz ve suallere cevaplar aramak.
Risale-i Nur tarikat mesleği olmadığı, Bediüzzaman da bir şeyh olmadığını ve Risale-i Nur mesleğinde makamların bulunmadığını söylediği halde, Risale-i Nur’da dost, kardeş, talebe kavramları geçmektedir. Bunlar da birer makam değil mi?
Bediüzzaman hazretleri Yirmi Altıncı Mektup’ta dost, kardeş ve talebeliğin özelliklerini anlatmıştır. Dost ve kardeşliğin özelliklerini şöyle izah etmiştir:
Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.
Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.”
Bu her iki makamın özelliklerinin her müslümanın uyması gereken emir ve yasaklardan oluştuğunu görürüz. Bediüzzaman hazretleri bu şartlara ilave olarak “Risale-i Nur’u kendi malı ve telifi gibi telakki etmek ve ciddi çalışmayı” eklemiştir.
Bu soruda esas cevap vermek istediğim noktaya gelecek olursam: Risale-i Nur mesleğindeki bu üç makamın tarikattaki makamdan farkı şudur ki:
Tarikatta riyazet ve çilelerle belli makamlara çıkan bir veli çıkmış olduğu veya bulunduğu makamı bilmektedir ve ona göre hürmet görmektedir. Ama Risale-i Nur mesleğinde hiç kimse dost mu kardeş mi talebe mi olduğunu bilmemektedir. Velev Üstadın saymış olduğu şartların hepsine riayet etmiş olsa bile. Asrımız “enaniyet” asrı olduğundan dolayı Risale-i Nur mesleğindeki bu özellik asrımızın ihtiyaçlarını tam karşılamaktadır. Çünkü “Bir makama çoklar namzet olur. Maddi ve manevi her bir ücrete çok eller uzanabilir.”[1]
İşte bu şekilde makamların bulunması ve birçok kişinin bu makamlara yükselmeye namzet olması aralarında rekabeti doğuran bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu rekabet ise bir süre sonra ihlası zedelemekte ve yapılan hizmetin zayi olması manasına gelmektedir. Çünkü amelin ruhu ihlastır ve ihlaslı ameller çok büyük bir kıymet kazanmaktadır.
İhlâsla bir dirhem amel, ihlassız batmanlarla amellere râcihdir.[2]
“İhlas nedir?” diye baktığımızda yapılan amelin sadece ve sadece Allah’ın rızası için yapılması olduğunu söyleyebiliriz. Lakin makam ve mevki sahibi olma istekleri araya girince bu ihlası zedelemekte ve yapılan amelin zayi olması anlamına gelmektedir. Bediüzzaman hazretleri insanları riyaya sevk eden sebepleri izah ederken bu hakikati şöyle vurgulamaktadır:
Hırs-ı şöhret, hubb-ı cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.[3]
Bediüzzaman’ın da bizlere ders verdiği gibi amelin çokluğu değil ihlaslı olanı makbuldur. İşte sayılan tüm bu sebeplerden ve asrımız enaniyet asrı olduğundan bu zamana en uygun ve en selametli tarz bu olduğundan Risale-i Nur böyle bir yol izlemiştir.
Bir farkı da şudur ki bu dost, kardeş, talebe tabirleri Risale-i Nur talebeleri arasında –dünyevi makam noktasında– üstünlük olarak görülmemiştir. Veyahut birisi gelse ve ben artık Risale-i Nur talebesiyim dese, onun bu sözünün bizim gözümüzde bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Yani ona fazladan bir hürmet ya da bir alaka gösterilmez.
Bediüzzaman hazretlerinin “Ben de sizin bu ders-i Kur’aniyede bir ders arkadaşınızım”[4] demesi, “Sözler’deki hakaik ve kemâlât benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir”[5] ifadesi ve “Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz”[6] gibi sözleri kendisinin dahi bir ders arkadaşı olduğunu ve Risale-i Nur mesleğinde makamların olmadığını açık bir şekilde beyan etmektedir.
Serinin ilk yazısında hiç kimsenin sahabelere yetişemediğini belirtmişsiniz. Hatta Şah-ı Geylani (ra), İmam-ı Rabbani (ra), Mevlana Halid-i Bağdadi (ra) gibi büyük zatlar da sahabeye yetişememiştir. Bununla birlikte Risale-i Nurlar ile sahabe makamına yetişilebilir gibi bir mana çıkarmak doğru mudur?
Ehlisünnetin kat’i ve değişmez kaidesidir şudur ki: en büyük bir evliya en küçük bir sahabeye yetişemez. Aksini ispat edecek ne bir ayet ne de bir hadis bulunmamaktadır. Bediüzzaman hazretleri bu konuda ifrat edip bir kısım evliyayı, sahabe derecesinde hatta peygamber derecesinde görenlere şu şekilde ders vermektedir:
Ehl-i tarikatin bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hatta enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve Sahabeler hakkındaki Zeylinde kat’î ispat edilmiştir ki Sahabelerde öyle bir hassa-i sohbet var ki velâyetle yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.[7]
Sahabeye yetişilip yetişilemeyeceği noktasında Bediüzzaman’a şöyle bir soru yöneltilmiştir:
Bid’aların revacı hengâmında ehl-i iman ve takvadan bir kısım suleha, Sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise hakikatleri nedir?
Bediüzzaman hazretleri de bu soruya şu şekilde cevap vermiştir:
Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu[8] Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı bir hüccet-i kàtıadır ki, o rivayetlerin sahih kısmı fazilet-i cüz’iye hakkındadır. Çünkü cüz’î fazilette ve hususî bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccuh edebilir.[9]
“Mecruh” ifadesi makam noktasında aşağıda olan, başkası ona tercih edilen anlamına gelmektedir. “Racih” ise makamca üstün olan, kıymetli ve faziletli demektir. Bediüzzaman’ın burada vurguladığı nokta ise normalde racih (üstün olan) mercuha (kıymetçe aşağıda olana) tercih edilir. Ama bazı hususi noktalarda mecruh racihten üstün olabilir.
Mesela Kur’an-ı Hakîmi güzel okuma hususunda kurra hafız Abdussamed birçok sahabeden üstün olabilir. İşte bu üstünlük cüz’i fazilettedir. Ama genel manada yani fazilet-i külliye noktasında bakıldığında ise sahabeler her zaman daha faziletlidir.
Mesela önümüze iki kalem koyulduğunu ve bunlardan birini tercih etmemiz istenildiğini düşünelim. Kalemlerden birisi altın kaplama bir dolma kalem, diğeri de sıradan bir kurşun kalem olsun. Bizler diğerinden daha üstün olduğu için dolma kalemi tercih ederiz. Lakin bu seçimin üniversite sınavından hemen önce yaptırıldığını farz etsek ve sınava seçmiş olduğumuz kalemle gireceğimizi düşünsek hangisini tercih ederiz? Kurşun kalemi değil mi. Çünkü sınavda pilot kalem kullanmak uygun değildir. Hayatımızın cüz’i bir kısmını ilgilendiren bir sınav için kurşun kalem racih, altın kaplama pilot kalem ise mecruh durumuna düşmüştür. Sahabelere rüçhaniyetten bahseden hadisler bu noktalar nazara alınarak okunmalı ve yorumlanmalıdır. Bu iki örnekten hareketle özetle şunu söyleyebilirim: Bediüzzaman da dahil Ehlisünnet çizgisinde istikamette olan hiç kimse sahabelere rüçhaniyet dava etmemiştir ve edemez de.
Hz. Ali’nin (ra) Risale-i Nur’dan haber vermesini nasıl anlamalıyız? Hz. Ali (ra) gibi zatlar gaybdan haber verebilirler mi? Ayrıca Hz. Ali (ra) şehadetiyle neticelenen olaylar kendisine bildirilmediği halde kendisinden bin üç yüz civarı sene sonra gelecek Risale-i Nur’dan nasıl haber verebilir?
Bu sorunun cevabına, Üstadın Risale-i Nurlara itiraz veya tenkit sureti ile saldıracak olan bazı şeyhlere, din adamlarına ya da cemaat önderlerine karşı nasıl hareket edilmesi, nasıl mukabelede bulunulması gerektiği dersini verdiği bir mektuptan bir kısma değinerek başlayabiliriz.
“Gaybı Allah’tan başkası bilemez”[10] sırrıyla ehl-i velâyet gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi hasmının hakikî halini bilmedikleri için haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor.[11]
Evet bu parçadan ve Kur’an-ı Hakîm’deki ilgili ayetlerden hareketle anlıyoruz ki gaybın bilgisi Allah’ın katındadır. O’ndan başkası bu bilgiyi elde edemez. Lakin Cenab-ı Hak gayba dair bazı bilgileri peygamberlerine (aleyhimüsselam) veyahut bir kısım evliyaya da bildirmiştir. İşte bu “bildirme” olmazsa gaybı onlar da bilemezler. Örnek olarak da Yakub aleyhisselamın durumu verebiliriz. Hz. Yakub aleyhisselam peygamber olduğu halde hemen yakınında kuyuda bulunan oğlu Yusuf aleyhisselamın yerini ve durumunu bilememiştir. Lakin Hz. Yakub aleyhisselamın Mısır gibi oldukça uzak bir yerden gelen Yusuf aleyhisselamın kokusunu aldığı ise Kur’an ayetleriyle sabittir. Bu durum Yakub aleyhisselama sorulduğunda ise şu cevabı vermiştir:
Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.[12]
Yakub aleyhisselamın bu ifadesi bahsettiğimiz hakikati açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Kaldı ki sahih bir rivayette anlatıldığına göre Hz. Ali (ra) hasta olduğu bir zamanda bazı arkadaşları kendisinin ölmesinden endişe ettiklerini söylerler. Hz. Ali (ra) ise “Ben bu hastalıktan ölmem. Benim bu sakalım bana vurulan bir darbeden ıslanmadıkça ben ölmeyeceğim”[13] manasına gelen bir cevap vermiştir. Zira Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam Hz. Ali’nin (ra) şehadetini “Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı”[14] diyerek haber vermiştir. Hz. Ali (ra) o adamı tanırmış ve o adam da Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricî imiş.
Yani birtakım kişilerin iddia ettiği gibi Hz. Ali’nin (ra) şehadeti ile sonuçlanan olayları kestirememesi gibi bir durum söz konusu değildir. Hz. Ali (ra) Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kendisine bildirmesi, Allah’ın Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselama bildirmesiyle bilmiştir. Hadis kitaplarında ilgili bu konuyla ilgili birçok hadis görmek mümkündür.
Hz. Ali’nin (ra), Gavs-ı Azam’ın ve bir kısım veli zatların Risale-i Nur’dan haber vermesi konusunda ise şunları söyleyebiliriz: Hz. Ali (ra) Celcelutiye isimli kasidesinde Risalelere bir derece üstü kapalı ifadelerle işaret etmiştir. Üstad’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybi isimli eserinde ayrıntılarını görmek mümkündür. Risalenin başında şöyle denilmektedir:
Malum olsun ki ben Risale-i Nur’un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini ilân etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara dâvet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa hâşâ kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve methetmek değildir. Hem Risale-i Nur zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur’an’ın bir tefsiri ve Kur’an’dan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hatta bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali radıyallahü anhın “Âyetü’l-Kübrâ” namını verdiği “Yedinci Şua” risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inayet-i ilahiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i ni’met kabilinden bunu “Sekizinci Şuâ” olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir ayetin mu’cizeli olan bürhanlarını yazacaktım.[15]
Sadece Hz. Ali (ra) değil Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylani (ra) de gaybdan haber verdiği manzum bir eserinde, kendinden sekiz yüz sene sonra gelecek olan Bediüzzaman ve talebelerine açık bir şekilde ve ismen işaret etmiştir. Mecmuatü’l-Ahzâb adlı eserin birinci cildinin 562. sayfasındaki bölümlerde ilgili bilgiler mevcuttur.
Birkaç örnek verecek olursam:
Abdülkadir-i Geylani hazretleri eserinde “Said” ismini zikrederek Bediüzzaman’dan bahsetmiş, geçim hususunda izzet ve saadetle geçineceği beyan etmiştir. Bediüzzaman’ın küçüklüğünden itibaren minnet altına girmemesi, amcasının çorbasından yememesi, Doğudaki medreselerde gelenek olan talebelerin ihtiyaçlarının halk tarafından karşılanmasını kabul etmemesi (istiğna düsturu) ve bu hali hayatının değişmez bir düsturu haline getirmesine işaretler edilmiştir. Üstat bu işaretin ilm-i cifir ile manasını beyan ettikten sonra şöyle demektedir:
Evet lillahilhamd Gavs’ın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı Azam, “Said” namıyla tesmiye ettiği müridinin tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, ilm-i cifir esrarıyla sekiz-dokuz cihette Said’in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mana-ı zahirisi ile maani-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla dokuz vecihteki işaretler birbirini teyid ettiğinden sarahat derecesine çıkmış.[16]
İkinci bir örnek daha verelim:
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin “Vaktin Abdülkadir’i ol” ifadesinin cifir hesabıyla 1326 (1910) ettiği ve bu tarihte şeyhin bir talebesinin Kur’an hakikatlerini müdafaa edeceğine işaret ederek Bediüzzaman’ın manevi mücahedeye atılacağını haber vermesi yine bu manaya işaret etmektedir.
Son bir örnekle de sorunun cevabını tamamlayalım:
Bediüzzaman Darü’l Hikmeti’l İslamiye üyesi olduğu sırada Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylani’nin (ra) Fütuhu’l-Gayb isimli eserini okur. Eserden bir sayfayı açtığı sırada şu mısralar gözüne ilişir: “Sen dârü’l hikmettesin; önce kalbini tedavi edecek bir tabip ara”. Az önce de ifade ettiğimiz gibi Bediüzzaman o tarihlerde Darü’l Hikmeti’l İslamiye azasıdır. Burada kendisi manen hasta olan ve tedavi olmayan birinin başkalarına çare olamayacağı uyarısıyla karşılaşır. Bediüzzaman kendini muhatap ve şeyhi de tabip kabul ederek eserini okur ve ziyadesiyle istifade eder. Gavs-ı Azam (ra) asırlar ötesinden verdiği haberlerle hem Bediüzzaman’la hem de Risale-i Nur’la alakadar olduğuna işaretler etmiştir.
Kaldı ki Risale-i Nur’un Hz. Ali (ra) ve Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylani tarafından alkışlamasına, onun pâyidar olması için dua etmesine ve kıyamete kadar parlaması için Allah’a yalvarmasına layık bir eser olduğuna binlerce ehl-i ilmin kanaati şahittir. Bu konuda ne bir şüphe ne de bir vesvese vardır.
Seri yazının ilkinde az önce belirttiğim ve cevaplarını bulmaya çalıştığım “Sorular hep sorulmuştur ve sorulmaya devam da edilecektir” demiştim. Bediüzzaman hazretleri hayatta iken bu itirazlara bizzat kendi cevap vermiştir. Vefatından sonra ise talebeleri bu sorulara ve itirazlara uygun ve mukni cevaplar vermekle vazifelidir.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yirminci Lem’a, http://erisale.com/#content.tr.3.254
[2] Nursi, Lem’alar, Yirminci Lem’a, http://erisale.com/#content.tr.3.259
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, http://erisale.com/#content.tr.9.227
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, http://erisale.com/#content.tr.10.522
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, http://erisale.com/#content.tr.2.519
[6] Nursi, Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, http://erisale.com/#content.tr.2.519
[7] Nursi, Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, http://erisale.com/#content.tr.2.644
[8] Bkz. İbni Hibbân, es-Sahîh 10: 477; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1: 153; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 2: 181, 6: 499).
[9] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Yedinci Söz, http://erisale.com/#content.tr.1.658
[10] Neml, 27/65; En’am, 6/59 vd.
[11] Nursi, Kastamonu Lahikası, http://erisale.com/#content.tr.9.241
[12] Nursi, Mektubat, On Beşinci Mektup, http://erisale.com/#content.tr.2.85
[13] Hafız Heysemî, İmam Ahmed b. Hanbel ve Bezzardan gelen bu rivayetin sahih olduğunu belirtmiştir.(bkz. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 14779.
[14] Hâkim, el-Müstedrek, 3: 113; Müsned, 1: 102, 103, 148, 156.
[15] Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi.
[16] Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, http://erisale.com/#content.tr.12.220
- Âharlanmış yazılar - 9 Ağustos 2024
- Aynadaki iskelet - 17 Temmuz 2024
- Bir ümit - 1 Kasım 2023
Allah razı olsun. İlk yazıdan da bu yazıdan da çok istifade ettim. Bu tarz gelen itirazlara cevap mahiyetinde yazılarınızı bekliyoruz…