“İNSAN TANIMADIĞI şeyi sevemez, tanımadığı şeye düşman olur” kaidesinde ilk önce Risale-i Nur mesleğinin ne olduğunu, kaynağını, kutsiyetini, gittiği yolu ve mesleğinin (sülûk ettiği, gittiği yolun) ne olduğunu inceleyelim. Sonrasında ise gelen itiraz ve tenkitlere bir göz atalım.
Cenab-ı Hakk’a vasıl olacak tarikler (yollar) pek çoktur. Ve hiç şüphesiz bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat bu yolların bazıları bazısından daha kısa, daha selametli, daha umumiyetli oluyor. İşte biz bu meseleyi iki başlık altında inceleyeceğiz.
Akrebiyet ve Kurbiyet
- Akrebiyet kelime anlamı itibarıyla “daha yakın” anlamına gelmektedir.
- Kurbiyet ise “yakın, yakınlık” manasında kullanılmaktadır.
Istılahi manada akrebiyet ise Cenab-ı Hakk’ın bize olan yakınlığının inkişafını ifade eden bir yoldur. “Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır. Fakat her şey O’ndan nihayetsiz uzaktır (Sözler, Otuz Birinci Söz)” hakikatinin inkişafına dayalı bir yoldur. Bu yolda sadece kalple gidilmez; akıl ve kalbin imtizacı söz konusudur.
Kurbiyet ise kulun Allah’a olan yakınlığını ifade etmektedir. Kalbi merkeze alıp seyr-i sülûk ile ve tasavvuf büyüklerinin belirlediği birtakım usuller ve yollarla, uzun bir zaman ve müddetten sonra kalbin olgunlaşıp Allah’a müteveccih olması ve marifet kazanmasıdır. Bu yol tarikat ve tasavvufun gittiği yoldur. Yani burada kulun makamlara yükselmesi ve beşeriyetten bir derece sıyrılmasıyla manen yükselerek Cenab-ı Hakk’ın yakınlığını elde etmesi gerçekleşir. Kurbiyet yolunda aklın işlettirilmesinin tamamen reddedilmediği lakin ikinci plana bırakıldığı söylenebilir.
Yazının ileriki kısımlarında daha kapsamlı izah edilmeye çalışılan akrebiyet ve kurbiyet yollarının farklarına bir göz gezdirelim:
Akrebiyet mesleği Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın risalet canibinden alınmıştır. Ve Kur’an-ı Kerim ile inkişaf ettirilmiştir. Bu yoldan Sahabe efendilerimiz çokça istifade etmişlerdir. Bu yol Sahabelerden sonra kıllet ile Tabiine intikal etmiş ve daha da azalarak Tebe-i Tabiine geçmiştir. Fakat bu süreçten sonra tarikat ve tasavvuf yolu olan kurbiyet mesleği inkişaf etmiştir.
Tasavvuf mesleği ön plana çıkınca akrebiyet ihtifa ve istitar etmiştir. Yani gizlenmeye ve örtülmeye başlanmıştır. Ve bu süreçten sonra bin üç yüz sene civarı kurbiyet mesleği revaç bulmuştur. Yunus Emre’den Hayrettin Tokadi’ye, Taptuk Emre’den Hallac-ı Mansur’a kadar nice zatın hepsi kurbiyet yoluyla hakikate vasıl olmuşlardır. Bu zatların fazilet ve feyizleri hakkında binlerce kitap yazılagelmiştir. Fakat akrebiyet mesleği çok anlatılmadığı için fazla bilinmemektedir. Sözün özü bin üç yüz senelik İslam birikiminin oluşmasına katkı sağlamıştır.
Akrebiyet yolunun özelliklerine geri dönecek olursak akrebiyetin Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın risalet canibinden alındığını söylemiştik. Bu yol sırf vehbidir. Yani kul burada mutlak bir teslimiyet ve tevekkül mânası ile kesbini işin içine karıştırmadığı için, Allah mükâfat olarak hakikatleri zahmetsiz ve meşakkatsiz olarak bu kula ihsan ediyor. Hâlbuki kurbiyet mesleğinde kesb ve insanın benliği işe müdahildir, bu da yolu uzatıp meşakkatli hale getiriyor. Bir başka ifadeyle akrebiyet, Allah’ın kula olan yakınlığını ihsan etmesidir.
Kurbiyette ise kulun kendisi makamlarda yükselerek Cenab-ı Hakk’ın yakınlığını elde etmeye çalışıyor. Yani kulun kendi kesbi ve gayretiyle Allah’a yaklaşmaya çalışması söz konusu oluyor.
İki hakikat arasındaki farkı şu örnekle izah edebiliriz:
Mesela biz güneşten çok uzağız. Güneşe yaklaşmak istesek çok uzun bir mesafeyi katetmemiz lazımdır. İşte bu kurbiyete misaldir. Fakat güneş bize göz bebeğimiz kadar yakındır. Hatta güneşe bakarsak gözümüzün içindedir. Bu da akrebiyete misaldir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın yakınlığını hissederek ve kesb ederek manevi makamlar çıkmak ve Cenab-ı Hakka bu şekilde ulaşmaktan daha kestirme ve daha selametli bir yoldur.
Akrebiyette kul tarikat berzahından geçmek zorunda değildir. Kişi kim olursa olsun manen gözünü açıp bakması yeterlidir. Cenab-ı Hak zaten bütün varlığa kendi nefsinden daha yakın olduğundan bu yolda mühim olan bu yakınlığı hissetmek ve idrak etmektir. Bu nedenle akrebiyetin umumiyetli bir yol olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer bir fark ise akrebiyet yolunda birini mürşit tanımak ve onun arkasından gitmek mecburiyeti yoktur. Yani fenafişşeyh mesleği değildir. Bu meslekte tek merci, tek mürşit Kur’an ve sünnettir. Ve bu hakikat yolu asrımızın ihtiyaçlarını tam karşılamakta ve bulunduğumuz zamanla tam bir uyum içinde olduğu görülmektedir. Çünkü kusur ve hatalardan hâli olmayan şahısların kişiyi nereye götüreceği belli değildir. Mürşit tayin olunan kişi hak yolunda bir hizmet yapıyor olabilir. Ya da tam tersi bir durum olup batıla hizmet ediyor da olabilir. Ama Kur’an ve sünnet istikameti takip edilirse ve bu iki kaynak mürşit tayin edilirse kişiyi götüreceği tek yer hak ve hakikat olacaktır.
Velayet Türleri
Diğer bir farka gelecek olursak: Akrebiyet yolunun harikaları az fakat meziyyatı çoktur. Keşif ve keramet bu yolda az görülen hallerdendir. Kurbiyet yolu ise uzun ve hatarlı olması sebebiyle Cenab-ı Hak bu yolda gidenlere bir teşvik kamçısı nevinden keşif ve keramet vermiştir. Çünkü yol ne kadar uzarsa açlık ve susuzluk da o nispette artmaktadır. Bu açıdan Cenab-ı Hak kurbiyet yolunda gidenlere bu şekilde ikramlarda bulunmuştur. Bu konuda hemen şunu da belirtelim: velayet üç kısımdır.
Birisi velayet-i kübradır. Sahabe ve asfiyaların makamıdır. Bu makamın harika ve kerametleri çok az ve nadirdir; lakin fazilet ve meziyetleri çoktur. Bu velayete diğer velayet mertebelerinin en büyüğü de olsa yetişemez. Risale-i Nur mesleği bu meslek üzeredir.
İkincisi velayet-i vustadır. Sünneti seniyye ittiba etmeyi esas alarak, imana ve Kur’an’a hizmet eden büyük mürşitlerin, mücedditlerin, ulemanın yoludur. Ekseri vehbi olmakla beraber, kulun kesbi ve gayreti az da olsa vardır.
Üçüncüsü ise velayet-i suğradır. Bu makam tarikat süluku ile kazanılan velayettir; keramet ve harikaları çoktur; ama meziyet ve makam olarak vusta ve kübraya yetişemez.
Bu ayrım İmam Rabbani hazretlerine aittir. Buradan şunu anlıyoruz ki manevi makamların değerinin ölçüsü ve mikyası keramet ve olağan üstü haller değildir. Hatta bazı evliyaların kendinde keramet göründüğü zaman “Acaba makamımdan mı düştüm?” diye telaş etmeleri bu hakikati gözler önüne sermektedir. Mesela Sahabe efendilerimiz peygamberlerden (aleyhimüsselam) sonra nev-i beşerin en efdalidir. Lakin onlarda keşif ve keramet pek görülmemiştir. Çok nadir olarak kerametlerini izhar etmişlerdir. Bediüzzaman hazretleri de ihsan edilen kerametlere karşı ehl-i hakikatin takınması gereken hali şu şekilde ifade eder:
Bu dünya dârü’l-hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve ahirettedir. Buradaki a’mâl berzahta ve ahirette meyve verir. Madem hakikat budur; a’mâl-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunâne değil mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünkü Cennetin meyveleri gibi kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini bu dünyada fâni bir surette yemek kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.
(Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım, Altıncı Telvih, Üçüncü Nokta)
Geri dönecek olursak: Risalet akrebiyet-i ilahiyenin inkişafı sırrına bakar ki bir an-ı seyyale kâfidir. Kurbiyet ise velayet yoludur ki meratib-i tayyibe ve bir derece zamana muhtaçtır.
Mesela Yunus Emre, Taptuk Emre’nin kapısında kırk sene odun taşımıştır. Kırk senenin sonunda netice ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kurbiyette yol uzundur, gölgelidir; zikirlerle, riyazetlerle şeyhinin terbiyesinden geçerek hakikate bir derece ulaşır. Kerametler ve olağanüstü haller çoktur. Lakin yine de kıymetçe akrebiyet mertebesine yetişilemez.
Akrebiyet, doğrudan doğruya hakikatin incizabına (çekim gücüne) kapılıp tarikat berzahına girmeden hakikati ayn-ı zahir içinde bulmaktır. Sahabeler sohbet-i nebeviyenin in’ikas ve incizabıyla tarikattaki seyr-i süluka mecbur değiller. Bir sohbette zahirden hakikate geçebilirler. Bediüzzaman bu meseleyi ve fena-i nefse muvaffak olan ehl-i velayetin neden sahabeyi geçemediği şöyle izah eder:
Öyle de zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet çendan fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler; yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile ubûdiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyade mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubûdiyet-i evliya besâtet peyda eder.
(Sözler, Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli, Üçüncü Sebep)
Yani fena-i nefse muvaffak olup nefsini öldüren ehl-i velayet dahi sahabeye yetişemezler. Çünkü nefsi öldürdükten sonra her an sınanmak manasında olan ubudiyet basitlik peyda ediyor.
Nefsini terbiye ve ıslah edenler, sayısız mizan ve mihenklerle Allah’ı bütün isim ve sıfatları ile tanıyıp küllî bir ubudiyet yaparlar. Sahabeler nefislerini Allah’ı bilmede bir vasıta yapmışlardır. Çünkü “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Ve yine Üstadın belirttiği gibi şükrün kısımları vardır ve bu kısımlara ancak nefis ve nefisteki zevklerle ulaşılır. Nefsi ifna edenler şükrün bu kısımlarından habersiz kalırlar.
Tarikat ve Hakikat
Tüm bu geçmiş ve gelecek izahlardan hareketle şuraya gelelim: Risale-i Nur mesleği ise sahabe mesleği olan akrebiyet yolunda gitmiştir.
Risale-i Nur mesleği tarikat değil hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur bu hizmeti lillahilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor.
(Emirdağ Lâhikası, s. 130)
Risale-i Nur’da bu gibi yerlerin birçoğunda Bediüzzaman hazretleri bu hakikati kesretle beyan etmektedir. Mesela:
Sözler, tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil şehadettir, şuhuddur. Taklid değil tahkiktir. İltizam değil, izandır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde burhandır.
(Tarihçe-i Hayat)
Bu ifadeyle Risale-i Nur’un yeni bir dava ortaya koymadığı, var olan İman ve Kur’an davasına hizmet ettiği belirtilmiştir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i ilâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-ı bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.
(Mesnevi-i Nuriye)
Bediüzzaman hazretleri bu ifadesiyle de iman ve Kur’an’a hizmet ettiği mesleğinin kaynağını belirtmekte hem de gittiği yolun tarikat yolu değil daha farklı bir mana olduğunu dile getirmektedir.
Yine Risale-i Nur’un farklı yerlerinde tasavvuf mesleğinin hakikate götüren bir yol olduğunu belirtmektedir. Üstad hazretleri (az önce örneklerini gösterdiğimiz gibi) sufi değilken ehl-i tarikin ve tasavvufun hukukunu savunmuştur. Ve bunu tarikatlerin kapatıldığı, dört bir koldan dine ait ve dini olan şeylere saldırılan biz zamanda yapmıştır. Risale-i Nur’daki Kur’an muhatabiyetinin tasavvuftaki muhatabiyetten farklı bir metot içerdiğini söylediği halde Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Dokuzuncu Kısmı olan Telvihat-ı Tisa risalesinde ilk önce tarikat yolunun hukukunu muhafaza etmiş ve daha sonrasında da ehl-i tarikin dikkat etmesi gereken bazı meseleleri bir mümin hassasiyetiyle ve onarıcı bir dille onlara izah etmiştir.
Bediüzzaman, ittihad-ı İslam üzere farklı yollardan gitseler de ehl-i hakikat ve ehl-i tarikatin aynı neticeye ve aynı gayeye müteveccih, aynı kitabullaha ve aynı dine hizmet üzere olunduğunun idraki üzerine fikir yapısını inşa etmiştir.
İtirazlara Cevaplar
Buraya kadar sahabe mesleği olan ve Risale-i Nur’un da takip ettiği akrebiyet yolunu ve tasavvuf ve tarikatin gittiği yol olan kurbiyet mesleği ile arasındaki farkı izah etmeye çalıştım. Devam eden kısımlarda ise Risale-i Nur üzerine yoğunlaşıp akla gelebilecek sorulara ve itirazlara az önce anlattığım hakikatle mana bütünlüğü içinde cevaplar arayacağım.
Peki asrımızda gerçekten Risale-i Nur’a ihtiyaç var mıdır?
Cevap: Evet, bu asırda Risale-i Nur’a ihtiyaç vardır hem de şedit bir ihtiyaç vardır. Çünkü:
Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti.
(Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektub, Yedinci Mesele)
Hal-i alem bu vaziyette olduğundan odağına iman ve Kur’an’ı almış, iman hakikatlerini kaynağından veren bir esere, bir yola ciddi bir ihtiyaç vardı. Kur’an-ı Hakîm’i okuyup manalarının derinlerine inmek için on beş, yirmi sene medrese okumak gerektiği ve bu zamanda bu çok güç olduğundan dolayı ve Kur’an meali ile ayetlerin anlaşılması “yetersiz” kaldığı için tefsirler ve Risale-i Nur okunmalıdır.
Az önce de belirttiğim gibi on beş, yirmi sene eğitim almak, nefsi çeşitli çilelerle terbiye ederek ve hatta öldürerek hakikate ulaşmak bu asrın insanı için neredeyse imkansızdır. Ve bundan dolayı bu yol “umumiyetli bir yol değildir”.
Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.
(Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)
Tamam Risale-i Nur’a ihtiyaç var ama Nurcular da Risale-i Nur haricinde bir kitap okumuyorlar hatta Kur’an dahi okumuyorlar?
Bizler Risale-i Nur’u Kur’an-ı Hakîm’i anlamak için okuyoruz. Ve bütün mesleklerin olması gereken nokta budur. Yoksa esas maksadı Kur’an ve iman hakikatleri olmayan veya kendi mesleğinin ritüellerini Kur’ani ve imani esasların önüne geçirenler bu nevi tenkidata maruz kalmaya mahkum olacaktır. Hatta bu varta, bu yanlış öyle bir noktaya gelir ki farzlara gittiği yolun ritüellerini tercih etmek gibi bir noktaya varıyor. Bediüzzaman hazretlerinin de bu konudaki uyarıları şöyledir:
Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-ı bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve sünnet-i seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukàbil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen hakikatten uzaklaşıyor.
(Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektub, Dokuzuncu Kısım, Yedinci Telvih, Üçüncü Nükte)
Bu gelen itiraza cevap olarak sadece bu metnin bile yeterli olduğu kanaatindeyim.
Bediüzzaman tarikatları beğenmediği ya da o yolda giden zatları sevmediği için o yoldan gitmemiş değildir.
Üstat hazretlerinin “Mesleğimiz tasavvuf değil, ben sofi değilim” demesinden hiçbir şekilde “Tarikat hakikatli bir yol değildir” gibi mana çıkarılamaz. Bunu az öncede beyan etmiştim. Bu meseleyi şu örnekle anlamaya çalışalım:
1453’te İstanbul’un fethinde, Fatih Sultan Mehmet kendi tasarladığı “şahi” adı verilen bir savaş topu kullanmıştır. Ve bu top devrin en büyük ve en özel savaş teknolojisidir. Lakin şahi topu günümüzde kullanılmamakta ve onun yerine modern zamanların en etkili silahlarından biri olan uçaksavarlar kullanılmaktadır. Şimdi biz sırf Fatih’i seviyoruz diye uçaksavarı bırakıp şahi toplarını kullanmaya çalışsak ne kadar abes olur değil mi? Kendi devrinde çok büyük başarılar kazanmıştır ama bu silah asrımızda kullanmak için yeterli değildir. Bizim şu anda şahi topunu kullanmamamız Fatih’i sevmediğimiz manasına asla gelmemektedir. Biz Fatih’i severiz ama zamanın da gerekliliği neyse onu yapmayla mükellefiz. Aynen böyle de Bediüzzaman’ın tarikat ve tasavvuf yolunda gitmeyişi o yolu sevmediği, o zatları haşa yetersiz gördüğü için değil bilakis onların gittiği yol zamanın ihtiyaçlarına cevap veremediği ve kendisi ise zamanın ihtiyacına en uygun yolu keşfettiği için bu tarzda hareket etmiştir. Nitekim kendisine İmam-ı Gazali (ra) gibi büyük İslam alimlerinin eserlerini yanında bulundurmamasına dair gelen bir itiraza da şu şekilde cevap vermiştir:
Buna karşı deriz ki: Hâşâ, yüz defa hâşâ! Risale-i Nur ve şakirtlerinin bir üstadı olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir. Fakat onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risale-i Nur Kur’ân-ı mu’cizü’l-beyandan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zâtların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünkü, umum onların mercileri ve menbâları ve üstadları olan Kur’ân, Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki o nuranî eserlerden de istifade etsek.
(Kastamonu Lahikası)
Üstadın bu ifadelerinden anlıyoruz ki o zatların kitabını yanında bulundurmaması –haşa– onları beğenmemekten kaynaklanmamaktadır. Ki zaten Üstadın bu kitapları yanında buldurmaması meselesi maddi olarak kitapların yanında bulunmamasıdır. Üstad hazretleri aslında diğer kaynakları hıfzında tuttuğu için oradan istifade ediyor ve onların manevi feyzi ve vesileliği ile Kur’an hakikatlerine uzanıyor. Üstadın her zaman vurguladığı şu cümle bu meselemizde de önem kazanıyor: “Zaman imanı kurtarmak zamanıdır.”
Ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (ra) ve Şâh-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbânî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte otuz üç adet Sözler böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
(Mektubat, Beşinci Mektub)
Üstad asıl odaklanmamız gereken esas meselenin hakaik-ı imaniye olduğunu vurgulamaktadır. Şu an ki İslam âleminin vaziyetine baktığımızda da bunu net bir şekilde görmek mümkündür. Altmış, yetmiş senelik ömürlerinde ancak imanlarını kurtarabiliyorlar veya imansız olarak kabre giriyorlar.
Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.
(Şualar, On Birinci Şua, Meyve Risalesi)
Bunların tamamı bize gösteriyor ki zaman Bediüzzaman’ı haklı çıkarmıştır çünkü zaman imanı kurtarmak zamanıdır.
İmam Rabbani (ra) de “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır” demiş ve esas meselenin imanı kurtarmak olduğunu şöyle vurgulamıştır:
Tarîk-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez. Eskiden kırk günden kırk seneye kadar bir seyr ü süluk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa ona karşı lakayt kalmak elbette kar-ı akıl değildir.
(Mektubat, Beşinci Mektup)
Yani madem çağımızın en büyük yarası fenden ve ilimden gelen dalalettir. Bu yaranın merhemine ulaşabilmek için on beş, yirmi sene medrese okuma imkanı kalmamış veya senelerle seyr-i sülûka hal-i alem müsaade etmemektedir. Öyleyse bizi bu devaya ulaştıracak daha kısa bir yol lazımdır. Bu kısa yani kestirme yol ise Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur eserleri on beş, yirmi senelik medrese eğitimine mukabil on beş hafta dikkatli bir tarzda okunması kafi geliyor ve daha medrese eğitimine ihtiyaç bırakmıyor.
Madem böyle bir yol var ve madem biz bu hakikatlere muhtacız elbette bu yola müstağni kalmak ve beğenmemek kar-ı akıl değildir.
Ve madem asrımızda dalalet, fenden ve ilimden gelmektedir. Elbette buna karşı yalnız kalp ayağıyla değil akıl ve kalbin imtizacıyla gidilen bir yola ihtiyaç vardır. Risale-i Nur ise aklı ve kalbi imtizaç ettirme noktasında paha biçilemez bir eserdir.
Yani Risale-i Nur’da hem ispat üzerine giden mantiki ilimler hem de kalp ayağı ile elde edilen marifet ilimleri beraber bulunuyor. Çünkü bu zamanda sadece kalbi inkişaf ettirmenin bazı vartaları vardır ve insanın sahip olduğu diğer latife ve hissiyatların da ihmal edilmemesi gerekmektedir.
Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki eğer dalâlet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda i’câz-ı Kur’ân’ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri şu dalâlet zendekasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.”
(Mektubat, s. 23)
Tüm bu anlatılanlardan hareketle özetle şunları söyleyebilirim ki: Risale-i Nur’un mesleği, tarikat ve tasavvuftan farklı bir yoldur lakin Bediüzzaman için ve Risale-i Nur talebeleri için bu farklılık ihtilaf sebebi değil bilakis ittihat vesilesidir. Yazım boyunca da bu manayı doğrular nitelikte Risale-i Nur’dan örnekler sunmaya çalıştım. Ama şunu da unutmamak gerektir ki asrımızın ve gelecek asırların en büyük yarası imansızlıktır ve bu imansızlık yarasını tedavi edecek –akıl ve kalbin imtizacı ile giden– Risale-i Nur gibi bir esere ciddi ihtiyaç vardır. Az önce belirttiğimiz ve cevabını bir parça verdiğim sorular hep sorulmuştur, sorulmaya devam da edilecektir. Biz de elimizden geldiği kadar bu soruların cevaplarını vermeye çalışmalıyız. Ayrıca Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Dokuzuncu Kısım’ından aldığımız derse göre sadece Risale-i Nur’a değil Allah’ın dinine hizmet eden başkaca meslekler ve meşrepleri de haksız itiraz ve tenkitlerden muhafaza etmekle görevliyiz.
Akrebiyet ve kurbiyet zaviyesinden “tarikat ve hakikat” meselesini Risale-i Nur’dan tesbitler ile vuzuha kavuşturan güzel ve muknî bir yazı olmuş, tebrik ediyoruz.
Allah razı olsun, çok istifade ettim.
24.Mektub’da Mirac- Nebevî ile ilgili 4. Nükteyi arkadaşlar ile çalışırken, orada geçen “O Miracin kapısıyla açtığı cadde- kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-i ümmeti seyr-i süluk ile, derecelerine göre, ruhani ve kalbî bir tarzda o Miracin gölgesi içinde gidiyorlar.”
Acaba diyordum, Risale-i Nur, nasıl bir seyr-i suluk takip ediyor?
Soruma çok güzel cevaplar buldum.
Meseleler, açık ve net bir şekilde masaya yatırılması gerekiyordu.
O zaman Risaleler, Miracın gölgesinde, sadece kalbî ve ruhani gitmiyor.
Ya nasıl gidiyor?
İnsanın kendi kalbî, ruhî, cismi, bedeni, bütün letaiflerini, havaslarını, nefsini ve tüm kainatı kullanarak seyr-i sülukunu yapıyor.
Siz daha da netleştirirseniz memnun olurum.
Benim için Leyle-Kadirde bir tefekkür çalışması oldu.
Tekrar teşekkürler..
Yazdıklarınızı biraz daha açarak izah etmeye çalışacak olursam:
Miracın bir yönü mucize olsa da, bir yönü de velayet ve umumi bir temsiliyettir. Yani Peygamber Efendimiz (asm) miraca kendi adına değil, mahlukat ve insanlık adına çıkıyor, çıkartılıyor. Bu sebeple miraç umumi bir gitmek ve gelmektir.
Madem miraç temsili bir seyahattir, öyle ise sair insanların da gidip gelmesine bir kapı açılmış demektir.
Risale-i Nur’un içinde ise imanın hadsiz mertebeleri mevcut olduğundan herkes kendi marifeti nispetinde o açılan kapıdan Miracın hakikatinin bir gölgesine kabiliyeti derecesinde muvaffak olabilir.
Bu noktadan bakıldığında tarikat miraçta müşahede edilen iman esaslarını kalp ayağı ve belli terbiye metotları ile keşfetme işlemidir. Yani miraçta görülen imani esasları kalbi bir şekilde görme mücadelesidir.
Sizin de tefekkür ettiğiniz üzere Risale-i Nur mesleğindeki bu gidip gelmek sadece kalp ayağıyla değildir. Bediüzzaman Hazretleri bunu birçok risalede dile getirmektedir. Ve üstadın da deyimiyle insan sadece kalpten ibaret değil, akıl, ruh, letaif gibi hasselerin birleşiminden oluşmaktadır.
Bir de sahabe mesleğinde sadece kalp ve akıl merkez alınmıyor, insandaki bütün his ve latifeler tam inkişaf içindedir. Bu yüzden bir “eksiklik” yoktur. Sahabe mesleği olan Risale-i Nur mesleğinde insanın bütün latife ve duyguları bir uyum ve senkronize içinde çalışıp inkişaf ediyor. Ve bu uyum içinde de Miracın gölgesinde seyr ü sülûk etmektedir.