Mekânın, insanın düşünce yapısına ve karakterine etkisi muhakkaktır. Düşünce tarihi boyunca Aristo’dan İbn-i Haldun’a, Montesquieu’den Le Play’e kadar birçok düşünür mekânın tesiri üzerinde çalışmalarda ve tespitlerde bulunmuştur. “Coğrafyacı ekol” olarak bilinen yaklaşım, mekânın, sosyal yaşantı, kültür ve insan davranışları üzerindeki etkisine yoğunlaşmışlardır. İklimin, bitki örtüsünün, yeryüzü şekillerinin, topoğrafyanın uygarlık ve insan toplulukları üzerinde ki etkileriyle ilgilenmişlerdir.
Bediüzzaman hazretleri de “İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvâlinde zaman ve mekânın çok tesiri vardır.” diyerek bu hususa dikkat çekenlerdendir. Mekânın yanına birde “zaman” şartlarını ilave etmektedir.
Köyde yaşayanla kentte yaşayanın, gecekondu da yaşayanla villada yaşayanın düşünce ve davranışlarının farklılığı mekânların farklılığından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte burada söz konusu olan salt fiziksel mekân değil, aynı zamanda toplumsal mekândır. “Toplum mekânsal” bir alan olarak öne çıkmaktadır. Aynı şehir alanları içinde yaşayan insan ahalisi arasında “toplumsal mekânlar” söz konusu olmaktadır. Yani bugün birçok şehirde köy ve kent yapısı aynı mekânın farklı köşelerini paylaşmaktadır. Bugün taşra dendiği zaman sadece Anadolu’yu anlamıyoruz, İstanbul gibi metropollerin içinde de taşralarla karşı karşıya kalıyoruz. Bundan dolayı “Harvey, mekânı mutlak mekân, göreli mekân ve ilişkisel mekân olmak üzere üç grupta incelemektedir.”
Mekân farkını gözetmemek demek, aynı zamanda insanların ve toplumların hissiyatını gözetmemek demektir. Bir mekânda ve bir kıtada geçerli olan değerleri bütün kıtalar ve mekânlar için geçerli saymak en büyük hatalardan birisi olsa gerektir. Bediüzzaman hazretleri Divanı Harb’de yargılanırken “Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve muğalâtalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim. Demek cinayet işledim.” ifadelerini kullanmıştır.
Peki Bediüzzaman’ın yaptığı nasihat aslında ne idi? Mekânlar arasında yapılan yanlış ve geçersiz bir kıyasa dikkat çekmekti. “Siz iki kıyâs-ı fâsidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz.” Bu yanlış kıyas neticesi düşülen bataklığı da “şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırmak” şeklinde ifade etmektedir.
Bu duruma gerekçe olarak ise mekân ve fıtrat şartlarını nazara alan bir izahatta bulunur.
Zira elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız büyük ihtilâli bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemekten çıkar.
Gerçekten de Meşrutiyet ve Cumhuriyetin ilk yıllarında “efkar-ı umumiye” bir bataklığın içerisinde ve bir kurtuluş yolu aranmakta idi. Fransız ihtilal-i kebiri örnek alınmaya çalışılıyor veya Batı kurtuluş çaresi olarak görülüyordu.
Baykan Sezer “Sosyoloji Türkiye’de yaygınlaşmaya başladığı yıllarda devlet, Batı seçimini yapmıştır. Çözüm olarak Batı, Türk toplumuna devlet eliyle önerilmektedir. Başka deyişle Türk sosyolojisi geleneklerimize uygun bir biçimde sorunları toplum düzeyinde kucaklayamadan belli bir seçim önünde kalmıştır. Bu devlet eliyle yapılmış bir seçimdir. Türk sosyolojisi bu seçime uymak durumunda ve zorunda kalmıştır. Bunun sonucu Batı aktarmacılığı Türk sosyolojisine damgasını vurmuştur.” Tespitinde bulunmaktadır. Devletin bu çözüm arayışı ve çözümü Batı olarak seçmesi, ülkeye yeni giren sosyoloji biliminin kendi toplumumuza eğilmeden Batı’ya yönelmesini netice vermiştir.
Bu durum doğa bilimlerinde geçerli olabilecek bir sözün sosyal bilimlere de yansımasına sebep oldu ve “Batı da nasılsa, bizde de öyle” düşüncesi hâkim oldu. Uzun süre yapılan çalışmalar Batı’nın aktarmacılığı şeklinde devam etmiştir.
Nazmi Avcı, “Türk sosyolojisi niçin strateji geliştiremiyor?” isimli makalesinde Batı aktarmacılığını ve kendi toplumsal değerlerinden uzaklaşan sosyologları tenkit eder. “Sosyoloğun ortaya koyduğu fikirler toplumun değerleri ile ve kültürü ile çatışmamalıdır. Sosyoloğa düşen yükümlülükte tam bu noktadadır. O içinde yaşadığı toplumdan kopuk, aykırı entellektüel tavrı ve ideolojik birikimini çözüm önerilerine yansıttığında bu durum toplum tarafından soğuk karşılanacaktır. Yalnızca Batı norm ve değer anlayışlarıyla kendi toplumsal renklerimizi sınamaya kalkışmak bir kısır döngüden başka bir şey değildir.”
İdeolojik yaklaşımlar sosyologlarımızda uzun süre devam etmiştir. Halktan kopuk, değerlerden kopuk, kendi toplumsal değerlerini Batı’nın değerleri ile tartan bir yapı söz konusudur. 1930’lara gelindiğinde Hilmi Ziya Ülken İstanbul’da sosyolog arkadaşlarını toplar ve der ki “Arkadaşlar Anadolu’ya açılmamız lazım.” Bunun üzerine Anadolu üzerine çalışmalar başlar. O dönemin slogan sözü Anadolu’ya açılmaktır. Şair bu durumu şöyle dile getirir: “Eğilin! Anadolu’ya ayak değil, kulak verin!”
Anadolu’ya eğilmek, Anadolu’ya açılmak ve kendi bulunduğumuz toplumsal mekânlardan farklı mekânlara, fikren ve bedenen yolculuk yapmak bugün de büyük bir önem arz etmektedir. İsabetli ve doğru tespitlerde bulunup, yanlış yapmamak için kendi toplumsal mekânlarımızın dışından da olaylara ve hadislere bakıla bilinmelidir. Hele bir de başkaları hakkında karar verme durumunda olanlar için daha bir öneme haizdir. İnsanlar ne diyor, halk ne durumunda, sokak ne diyor kulak verilmelidir. Artık günümüzde halka açılanlar ve kamuoyunun nabzını tutanlar isabet etmekte ve kazanmaktadırlar.
Anadolu’ya açılmalı, halka rağmen halkçı olmamak için…
Anadolu’ya açılmalı, millete rağmen milletçi olmamak için…
Anadolu’ya açılmalı, cemaate rağmen cemaatçi olmamak için…
- Anlamak - 7 Ocak 2022
- Dağılmak - 13 Temmuz 2021
- Cevapsız kalan sorular… - 21 Haziran 2021