“Aydınlanma” aydınlattı mı?

“Aydınlanma” aydınlattı mı?

Yazıda öncelikle Immanuel Kant’ın temellerini ortaya koyduğu aydınlanma düşüncesi ifade edilmiş, ardından aydınlanma düşüncesinin uygulamasında süreç içerisinde sebep olduğu bazı olumsuz neticeler ile aydınlanmanın idealleri kıyas edilmiştir. Bu kıyaslama neticesinde aydınlanma düşüncesinin olumsuz etkilerini giderici bir takım önerilerle bir sonuç geliştirilmiştir.

Aydınlanma düşüncesi bireylerin kendi akıllarını kullanma cesareti göstermesini talep eden bir düşüncedir. Ergin olma, kişinin akıl yoluyla doğru ve yanlışı birbirinden ayırt etme kabiliyetinin gelişmesi ve yerleşmesidir. Ergin birey artık çocukluktan çıkıp yetişkinliğe geçmiş bireydir. Her ne kadar bu aşama toplumlarda çeşitli yaşlara ulaşılması ile ifade edilmişse de aslında yaştan bağımsız olarak zihinsel bir yetinin yerleşmesi aşamasıdır. İşte tam da bu nedenle toplumu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu ergin değildir. Aydınlanma düşüncesi her bir bireyde potansiyel olarak var olan, fakat henüz kabiliyet haline gelmemiş bu mekanizmayı harekete geçirme çabasıdır.

Aydınlanma düşüncesine göre ergin olmayan birey şayet kendi aklını başkalarının cebinden çıkarır ve bireyler üzerinde tahakküm oluşturan bütün otoriteleri reddederse ergin hale ulaşabilecektir.

Ne var ki bu sürecin gerçekleşebilmesi ve toplumun kendi kendisini aydınlatabilmesi için olmazsa olmaz ve tek bir şart vardır. Bu şart toplum düzleminde özgür düşünce zemininin oluşturulması ve bireylerin kendi düşüncelerini kamu önünde herhangi bir korku ve çekince olmadan rahatlıkla ifade edebilme hürriyetinin tanınmasıdır. Bu özgürlük ortamının hazırlandığı bir toplum kesinlikle aydınlanacaktır. Zira tahakkümün hükümferma olduğu toplumlarda bile bağımsızca düşünebilen bireyler her zaman vardır. Şayet özgür bir ortam oluşturulursa, bu minval üzere fıtrata sahip olan bireyler önce kendi boyunduruklarından kurtulacaklar ve sonra çevrelerindeki bireyleri özgür düşünce ile tanıştıracaklardır. Bu yöntemle erginleşen bireylerin bulunduğu bir toplum, özgür düşünceyi engelleyen bütün mitsel inançlardan kurtulacak, şeffaf bir toplum portresi çizecek, -Kant’ın ifadesiyle- yavaş yavaş aydınlanacaklardır. Bu aydınlanma zamanla toplumun bütün katmanlarına sirayet edecek, insanlardan korkuyu kaldıracak ve aklını kendi iradesiyle kullanan insanlığı kendisinin efendisi konumuna getirecektir.

Aydınlanma düşüncesi her ne kadar bu ideallerle başlamış olsa da aydınlanma çağı olarak tarif edilen yüz elli yıllık süreç ve bu süreçte yaşanan hadiseler, aydınlanma idealinin hedeflendiği gibi gerçekleşmediğini ve neticenin beklenenden farklı bir hâl aldığını gözler önüne sermektedir.

Sözgelimi aydınlanma düşüncesinin esas maksadı düşünceyi özgürleştirmek, bütün insanlığı insani bir yaşam seviyesine çıkarmak iken, yaşananlar tam aksini ortaya koymuş, insanlık insanîlikten uzaklaşmış ve barbarlığa dönüşmüştür. Özgür düşünme faaliyetini aydınlanma ile başlatan Batı medeniyetinin daha barışçıl ve insanî bir seviyeye ulaşması gerekirken, merkezinde kendisinin olduğu ve milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan iki dünya savaşına sebep olmuştur. Aydınlanma düşüncesinin merkezi olan Almanya’nın Hitler gibi bir diktatörü meyve vermesi ve faşizmin ev sahipliğini yapması bu bağlamda manidardır.

Aydınlanma düşüncesinin başlangıçta ortaya koyduğu hedeflerinden belki de en önemli olanı aklı özgürleştirme ve düşünceyi mitoloji ve kilise baskısı gibi müstebit yapılardan kurtarma niyeti başlangıçta başarılı olmuş, düşünme ve üretmenin önündeki engellerin kalktığı bir toplum yapısı oluşturmuştur. Ne var ki süreç içerisinde kendisi tahakküm koltuğuna oturmuştur. Doğa bilimlerinin üzerindeki gelişme ve hâkimiyetine binaen, kamusal alanı da belirleme girişimleri aklın kendisini mite dönüştürmüştür. İşte bu yüzden aklın teknik kullanımının kamusal alanda tek yargıç konumuna yükselmesiyle, aydınlanma ideali giderek karşı çıktığı oluşumlara benzer biçimde tahakkümcü bir güce dönüşmüştür. Oysa aydınlanma düşüncesine göre akıl, kamu yararına yönelik kullanıldığı zamanlarda bütün zincirlerden arınmış mutlak bir özgürlüğe sahip olmalıdır. Ayrıca zaman içerisinde aklın doğa bilimleri üzerindeki çalışmaları neticesinde bilimin sorularının “niçin”den “nasıl”a dönmesi ve bu sebeple bilimin teknolojiye dönüşmesiyle birlikte iktisadi üretim arttırılarak daha adaletli bir dünya hedeflenmesi gerekirken, üretim araçlarını elinde bulunduran bir azınlığın tahakkümünü netice vermesi, aydın uygarlığın ani bir barbarlığa dönüşmesine sebep olur. Bu açıdan aydınlanma düşüncesinde totaliter eğilimlerin gerçekleşmesi kaçınılmazdır.

Aydınlanma düşüncesinin maddeyi animizmden uzaklaştıran, bilgiyi enformasyona dönüştüren yapısı, değer odaklı dünya görüşü yerine materyal odaklı dünya görüşünü ikame etmesiyle, atom bombası gibi teknoloji destekli soykırımların veya modern kimyanın gaz odalarının menşei, nesneden öte bir değeri olmayan insan bakış açısının üreticisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aydınlanmanın fikir babası Kant’a göre akıl her ne kadar nihai hedef olsa da, aydınlanmanın pratiğinde bu idealler gerçekleştirilememiştir. Sözgelimi aklını boyunduruklar altından kurtaran kesimler, diğer insanların da aydınlanmasını sağlayacakları yerde bu konumlarını bir avantaj haline çevirip aklı araçsallaştırmıştır. Araçsallaşan bir akıl bakışı bilgiyi güç vesilesi yapmış, güce ulaşmak için diğer insanları köleleştirmekten geri durmamıştır. Bu köleleştirme faaliyetlerinden belki de en çarpıcı olanı hakim zihniyetin kültür üzerindeki manipulasyon çabasıdır. Bu çaba bireylerin veya etnisitelerin farklılıklarından teşekkül eden ve kapsamlı muhtevasıyla farklılıkları tarif eden kültür kavramının geniş anlamsal çerçevesini kurutarak birkaç farklı tiplemeden oluşan yapay bir kültür oluşturmuş, bu tiplemeleri elindeki teknoloji vasıtasıyla ulaşılması gereken hedefler olarak insanlığın önüne koymuş, hedefler tamamlandıkça yeni hedefler hazırlamıştır. Bu anlayış insanlığın ihtiyaç listesini alabildiğine uzatmış, eski zamanlarda dört-beşle sınırlı olan zaruri ihtiyaç düşüncesini, çizdiği ideal yaşam tasavvurlarıyla yüzlercesiyle değiştirmiştir. Böylece artan ihtiyaç düşüncesi paralelinde muhtaçlık düşüncesinin artmasıyla insanı günün neredeyse tamamını bu ihtiyaçların karşılanması için çalışmaya sevk etmiştir. Üstelik bu çabasını bir endüstri haline getirmiş, farklı kesimden insanlara hitap edecek şekilde devasa şirketler kurmuştur. İnsanı kendisinin efendisi haline getirme mottosuyla ortaya çıkan aydınlanma düşüncesi insanı kendisinin ve ihtiyaçlarının kölesi eylemiştir.

Kant’ın “Aydınlanma nedir?” makalesini okuyan dikkatli nazarların en çok dikkatini çeken ve bu yazıda aydınlanmaya dair yöneltilen bütün eleştirilerin ortak paydasını oluşturan hususlardan birisi de özgür düşünce için muktedirlerden beklenen özgür düşünce ortamına müsaade etmeleri gerekliliğidir. O’na göre ancak bu şekilde aydınlanma gerçekleşebilecektir. Zaten bu süreci kolaylaştıran, Almanya’nın hakimiyetini elinde bulunduran “Fredrich” tarafından sağlanan fikir serbestisi ve özgür düşünce zeminin hazırlanması noktasındaki yardımıdır. Hatta bu yüzdendir ki bu zat Kant’ın övgülerine mazhar olmuştur. Ancak süreç içerisinde gücü ele geçiren birçok insanın derebeyliklerine zemin hazırlanmıştır. İşte böyle bir ortamda teknik aklı ve gücü elinde bulunduran derebey misali insanlardan aydın insanların yetişmesi için bir müsaade beklemek pek makul görünmemektedir. Zira insan güç odaklıdır. Güce sahip olması itibariyle bencildir. Elindekini paylaşmayı sevmez.

Aklın kamu yararına kullanımında bütün engellemelerden uzak olması gerektiği ifadesiyle düşüncesinin temelini oluşturan aydınlanma felsefesi, tüm mitsel inançların boyunduruklarından insanlığı kurtarmış, ancak kendisi zaman içerisinde ve aklın araçsallaşan dönüşümü ile mitolojiye dönüşmüş, aklın kamu yararına kullanımı esnasında aklın önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Böylelikle aydınlanmış akıllar aydınlanma düşüncesinin sonunu getirmiştir.

Peki tüm bu düşünceler neticesinde yapılması gereken nedir? Akıldan vazgeçmek mi? Yahut düşünceyi sınırlamak mı? Yoksa ortaçağın skolastik anlayışına geri dönüş mü? Elbette bunlar değil. Zira aydınlanma düşüncesinin bütün dezavantajları ile birlikte aklın kullanımı noktasındaki vurgusu takdire şayandır. Ancak olumsuz sonuçlar da bu düşünce sisteminin yeterli olmadığı noktasında önemli delillerdir. Öyleyse aklın kamu yararına kullanımını hayata geçirecek değer yüklü bir akıl yapısını oluşturabilmek, bu paradoksal yapının çözüme kavuşması için zaruri gibi görünmektedir. Değerlerden ve duygulardan soyutlanmış bir akıl anlayışının neticelerinin gözler önüne serdiği üzere yapılması gereken, yalnız aklın nazara verildiği bir aydınlanma düşüncesinden kurtulup akıl ve kalp bütünlüğünü gerçekleştirebilecek bir tenevvür zihniyetini inşa etmek olmalıdır.

Share

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.