“Mirror mirror on the wall
Who is the fairest one of all”
1.
Bir kelime kendi başına bir şey ifade eder, ancak başka bir kelimeyle birlikte mutlaka başka bir şeyi ifade eder. Bu sıralar sürekli düşündüğüm ve söylediğim bir cümle bu. Enstitü’de dört arkadaşımla beraber bir konuyu müzakere ederken önümde açılı duran kitabın ilk kelimesine bakıp bunu yeniden hatırladığımda bu iki kelimenin birlikte yeni bir anlamı ifade edebileceğini düşündüm: KADER RİSALESİ. Tekil bakıldığında kader ve risale kelimeleri kendi anlamlarını koruyup konuyla da bağlantılı olduğundan sanki az sonra kaderle ilgili bir risale yazılacak olduğunu söylüyor. O an fark edip hayretle karşıladığım ve müzakerenin bir durgunluğunda söyleyince gülüştüğümüz şeyden bu yana bu başlığı başka bir anlamda düşünüyorum; Kader maçı, kader anı tamlamalarındaki gibi, bu yazıya kader meselesinden bahsedileceği için değil de bahsedilecek olanın nihayet hudutta bir kader risalesi, aşılması gereken son an olduğu için böyle başlandığı. Sonrasında bunun müellifin tercihi olduğunu düşünüp kendi kader risalemi aramaya başladım. Ardından 12. Söz dünyamda; yazılması emredilen eser, isminin herkeste aynı olmasına rağmen mücazatının farklılaşması, hikayenin kahramanı iki kişinin diğer sözlerden farklı olarak ikinci kez padişahın huzuruna çıkarılmaları gibi her yönüyle kader anı olmaya layık bir risale olarak canlandı gözümde. Yazmam emredilen eser (hayatım), başıma vurulan amel defterim, sayfasına on altın biçilen amel defterim, bunun belli olacağı sunuş vaktinde padişahın huzuruna ikinci defa çıkarılışım…
Uzun vakitten beri bunlardan bahseden bir şeyler yazmak istesem de bir türlü yazamayışım sanki bugünkü duyacağım diyaloğu beklemem gerektiği hissine kaptırdı beni. Üsküdar’da bundan beş yıl önce bir yazıyı (ünsiyet halleri) yazmama neden olan hali gibi duran denizin karşısında otobüs beklerken “Su içen var mııı, su içennn…” diye bağıran bir satıcı geçti yanımdan. Sesi fizik derslerinde dalga boylarından salınış aralığından bahsedilirken bir türlü anlamayıp da her yaşayışımda galiba bunu anlatıyorlardı dediğim şekilde tizleşerek uzaklaşıyordu ki aynı tonda fakat bu kez küçük bir kız çocuğunun çok doğal sesini duydum. “Herkes su içer ki, bunu bilmiyor musun?” dedi şu anda deniz hiç mi hiç ilgisini çekmeyen satıcıya. Satıcının cevabı bu yazının da başlangıcı oldu: “Herkes su içer ama ben şimdi su içmek isteyenleri arıyorum.”
Herkesin aynaya baktığını biliyorum elbette, bir gün bile bunu yapmaktan kendimizi alamayacağımızı da, yalnız bu yazı büyük bir ihtiyaçla “şimdi” aynaya bakmak isteyenler için.
Belki şu an içinizde bir aynaya bakma isteği doğdu. Vukufiyet’i kapatıp bulduğunuz bir aynada yüzünüzü, insanların ince olduğunu söylediği ellerinizi, dudaklarınızı değilse de gözlerinizi mutlaka görmek, seyretmek hatta anlamak ve belki orada kendi isminizi bulmayı istiyorsunuz.
2.
Anlamak için dili bilip bilmemekle ilgisi olmayan bazı başlangıçlar vardır, bazen yazı stilinden, renginden bazen cümledeki tekrarlardan, telaffuzun tınısından bir yerlerden tanıdık gelir duyduğumuz söz. En azından nerede geçtiğini çıkarabilir veya bir ipucu alsak hatırlayacağımızı söyleriz. Epigraftaki cümle de böyle geliyor bana; sonlardaki kafiyeden şiirsel bir anlatışı, kelime tekrarlarından masalsı bir büyüyü, r harflerinin asonansından kibri, aynı zamanda “all” okunuşundan aciz bir beklentiyi çıkarabiliriz. Külkedisindeki umutsuz kraliçenin aynasının karşısında her gün tekrarladığı bu dizeyi biraz değiştirerek çeviriyorum.
“Ayna ayna söyle bana, benden alası var mı?
Bu dünyanın bensiz manası var mı?”
Aynaya yöneltilecek en makul sorulardan biri olan bu dünyanın bizden gayri bir manası olup olmadığı, varsa ne olduğu ve nasıl anlaşılacağı gibi sorulara dair, aynaya bakarken aklımıza gelmesi için bu kılavuzu (veya 12. Sözün 1. Esası’nın hakikat kısmı) hazırlamaya çalıştım.
Madde 1: Kullanma kılavuzları anlamadığımız teknik bir aletin doğru bir şekilde kullanılması için verilen tavsiye ve direktiflerden oluşur. Buysa bir kullanım değil bakma kılavuzu olduğundan aynanın nasıl çalıştığından çok ne için olduğu ve bir gün kainata dair bir eser yazmakla emredilme ihtimalinde nasıl bir işlevi olacağına dairdir.
Madde 2: Ayna mülevven ve parlak olarak iki yüzü bulunan bir eşyadır.
Madde 3: Eşya mülk ve melekut olarak iki yüzü bulunan bir aynadır.
Madde 4: Kainat, musanna ve murassa olarak yazılan müzeyyen bir kitaptır.
Madde 5: Kur’an, kainatın sahifelerinde ve zamanın yapraklarında kalem-i kudretle yazılan ayat-ı tekviniyeyi ders veren bir kılavuzdur.
Madde 6: Aynaya bakmak “defter-i amal” isminde bir eser yazıyor olmaktır.
Madde 7: Aynaların karşılıklı durmasında sonsuz görüntü oluşur.
Madde 7: Aynaya bakmak tehlikeli ve yasak değildir meğer ki mana-i ismi ile olsun.
- Sanat nedir? - 1 Haziran 2020
- İki siyer üslubu ve yenik düşen anlatımımız - 18 Ocak 2020
- Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı ve Nurculuk - 24 Haziran 2019
Birçok hakikatin anlaşılmasından ayna metaforu çok etkili gerçekten. Yazı da buna dikkat çektiği için değerli ve önemli bir bakış açısına dikkat çekiyor. Bununla birlikte son cümle yani Madde 7’deki “mana-yı ismî”ye yüklenen klasik menfi yaklaşıma itirazım var. Barla Lahikası‘nda Üstad Refet abiye mana-yı ismî ve mana-ı harfî meselesini anlatırken ayna metaforunu kullanıyor ve iki surette bu iki kavramın birlikteliğinden bahsediyor. Birinci sureti teşkil eden aynanın şişesine mana-yı harfî ile bakıp akise mana-yı ismî ile bakmanın doğru yaklaşım olduğunu tersinin ise yanlış olduğuna dikkat çekiyor. Bu açıdan mana-yı ismî mülke olursa hata iken melekuta olursa doğru yaklaşımı netice verdiği dikkatlere sunuluyor. Bu temel kavramları anlamlandırmadaki klasik yüzeyselliğin sorgulanması şart diye düşünüyorum.
Yorum için çok teşekkür ederim Mustafa Said abi. Son cümle bu halde doğru olsa da dediğiniz gibi mana-i ismiye örtülü menfi bir anlam yüklüyor. Melekuta mana-i ismiyle bakmanın olması gereken oluşuysa bu bakış tarzının kendisinde bir hata olmadığı,aksine onu neye yönelttiğimize göre kıymetinin değiştiğine dikkat çekiyor. Halbuki ben de bu zamana kadar mana-i ismiyi hep menfi bilirdim. Teşekkür ederim.
mustafa abi mana-yı ismi kelimesi üzerindeki haklı hassasiyetinizi önceki yazılarınızdan da biliyordum. “mana-yı ismi ile esma-i hüsna-yı keşif serüveni” yazınızda olduğu gibi. ancak mana-yı ismiye yüklenen ‘klasik menfi yaklaşım’a benim o kadar itirazım yok şahsen 🙂
şöyle düşünüyorum: risale-i nurların birinci dereceden muhatap aldığı kitle bizim gibi materyalist bir müfredat tarafından zihinleri dünyevi kalıba sokulan, dolayısıyla varlığa olan bakış açısında mülk perdesi aralanamadığından melekuta geçememiş insanladan oluşuyor. üstad da bu durumun farkında olsa gerek zira en merkezi iki risale olan Sözler ve Mektubat’ta on beş defa “mana-yı ismi” kavramı kullanılıyor ve istisnasız hepsi de menfi anlamda. bu nedenle mevcudata olan nazarında melekut merkezli bakma hassasiyeti geliştirememiş okuyucuların mana-yı ismiye olan “klasik menfi yaklaşım”larında bir problem görmüyorum.
ancak risale-i nur’un verdiği iman eğitiminden geçerek nokta-i nazarını melekut eksenli kurabilen müdakkik okuyucuların “mana-yı ismi”yi menfi anlamda değil sizin gibi daha derinlikli bir biçimde ele alması muhakkak mümkün belki de elzem. refet abi de o kişilerdendi ki bediüzzaman mektubunda ona has olarak bu dersi verirken muhtemelen geleceğin müdakkik risale-i nur talebelerine de bu mesajı veriyordu..
öncelikle bu konuyu köprü dergisinin son sayısında detaylı ve tahkik ederek incelemeye çalıştım. arzu edenler şu linkten ilgili meseleye dair düşüncelerimin detaylarını okuyabilirler: http://www.rne.com.tr/kopru-dergisi/?dergi=141&yazi=risale-i-nurun-iki-odak-kelimesi-mana-yi-ismi-ve-mana-yi-harfi
ikinci olarak üstadın ilk talebelerine baktığımızda mesela refet abinin bu meseleye açıklık getirmek için mektup yazdığını ve üstaddan gelen cevabın hem barla lahikası hem de ehemmiyetine binaen lem’alar isimli kitaba konulduğu göstermektedir ki üstadın ilk talebeleri bu meselenin farkındalığı içinde…
üçüncü olarak ise cümlelerdeki kayıtlar dikkate alınmadan yüzeysel tanım ve yorumların yapılmasından kaynaklanan bir sorun söz konusu… buna binaen “menfilik” “mana-yı ismi” kavramında değil bu kavramın mülke odaklanmakta kullanılmasında yoksa melekuta odaklanan mana-i ismi müspet anlamda. hakeza mana-yı harfi de melekuta odaklandığında üstad’ın tanımı çerçevesinde menfileşen bir durum olmakta yani mana-i harfinin menfi anlamı mevcut. risale metinlerinde vurgu “mülke” mana-yı ismi boyutuyla odaklanma çerçevesinde olduğundan zannediliyor ki bu kavrama üstad menfi bir anlam yüklenmiş. işin aslı ve hakikatinde ise mana-yı harfi, mana-yı ismi, nazar ve niyetin hem menfi hem de müspet anlamda kullanılmaları mümkün. bu anlamda menfilik ya da müspetlik kavramların kendisinden değil istimalinden kaynaklanmakta…
hasılıkelam bu konudaki detaylı düşüncelerimi yukarıda linkini verdiğim yazının bütünlüğü üzerinden tartışabiliriz…