Bediüzzaman, Osmanlı döneminde düzenli aralıklarla çıkan gazete ve dergilerin tümünün ünvanı olan matbuatla 1897 yılında Vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gidip ve onun konağında kaldığı yıllarda tanıştı. Özellikle 1900 yılında Tahir Paşa’nın valiliği döneminde İngiliz Müstemlekât Nazırının gazetelerde çıkan “Bu Kur’an Müslümanların elinde olduğu müddetçe biz onlara hâkim olamayız. Ya Kur’an’ı onların ellerinden almalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız” beyanatı üzerine “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir manevi güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim.” Diye feveran ederek şehamet-i imaniyesi galeyana gelir. Ve matbuatın iletişimdeki büyük önemini anlar.
Bediüzzaman, 1907 yılında din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetüzzehra projesini anlatmak için İstanbul’a gelir ve bir yıl sonra ilan edilen Meşrutiyet döneminde İstanbul ve Selanik’te irad ettiği Nutuk’un Misbah gazetesindeki yayınlanmasıyla matbuat âlemine ilk adımını atar. Bediüzzaman, fikir ve düşüncelerini farklı gazetelerde yayınlamış ve onlar arasında fark gözetmemiştir. İstanbul’da kaldığı üç yıllık sürede Şura-yı Ümmet, Şark ve Kürdistan, Volkan, Serbesti, Mizan ve Tanin gazetelerinde makalelerini yayınlamıştır.
Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatında “Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam, neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim; olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından, üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.” diyerek savunmuştur.
Bediüzzaman, 31 Mart (1909) hadisesinde gazetelerin efkâr-ı ammeyi yanıltarak yanlış yönlendirmelerinden rahatsızlık duymuştur. Şöyle ki: “Gazeteler iki kıyas-ı fasid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlak-ı İslamiyeyi sarstılar ve efkârı perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki: Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslamiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumi-i müşterek-i milletten bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i halise tanzim etmeli.” Gazetecileri şiddetle ikaz etmiştir.
1920 yılında İngilizlerin İstanbul’u işgalinde efkâr-ı ammeyi aldatmalarına karşı, Bediüzzaman Hutuvat-ı Sitte adlı eserini -gazetelerde yayınlamak mümkün olmadığından- matbaada bastırıp neşretmiş ve İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı İngiliz aleyhine çevirip Harekât-ı Milliye lehinde ehemmiyetli bir hizmete vesile olmuştur.
Ankara hükümeti ve bir kısım mebus dostlarının ısrarlı daveti üzerine Ankara’ya gitmiştir. Orada, İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını görmüştür. Bu manevi ejderhanın imanın erkânına ilişeceğini anlamış ve o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı Ankara da Yenigün Matbaasında bastırıp dağıtmıştır. Ve yine Meclis-i Mebusan’ı ikaz için on maddelik bir beyanname neşretmiş ve namazgâhın daha geniş bir yere taşınarak namaz kılanların çoğalmasına vesile olmuştur.
Ankara’da ahirzamanın beklenen dehşetli şahısların zuhura geldiğini ve bunlarla mücadelenin siyaset yoluyla yapılamayacağını hadis-i şeriflerin işaretlerinden anlayan Bediüzzaman Van’a dönmüştür. Daha sonra Şeyh Said hadisesi bahane edilerek Batı Anadolu’ya sürgün edilir. Onun için bu yeni bir hizmet döneminin başlangıcıdır. Bundan sonra bütün hayatında Kur’an ve imanın hakikatlerinin neşriyle meşgul olur. Kendisinin hizmetlerini siyasi faaliyet olarak itham edenlere karşı “Eski Said sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti. Buna kat’i şahit, o vakitten beri, sekiz senedir bir tek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi biri çıksın söylesin. Hâlbuki sekiz sene evvel, günde sekiz gazete eski Said okuyordu.” sözleriyle mukabele eder.
Bediüzzaman, yirmi beş sene sürecek olan istibdat döneminde Risale-i Nurların telifi, el yazısıyla çoğaltılıp muhtaçların ellerine ulaştırılması (bilahare çoğaltma işlemi teksir makineleriyle de gerçekleştirilmiştir) ve tashihat hizmetleriyle meşgul olmuştur. Bu dönemde Nur talebelerinin müfritane irtibatları lahika mektuplarıyla temin edilmiştir. Hizmet prensiplerini muhtevi olan bu mektuplar 27. Mektup olarak Risale-i Nur Külliyatına dâhil edilmiştir. Ve Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lahika mektupları olarak neşredilmiştir. O günün şartlarında matbuat hizmeti lahika mektupları şeklinde tezahür etmiştir denilebilir. Çünkü Bediüzzaman Said Nursi Barla Lahikasında “Şu Risale bir meclis-i nuranidir ki, Kur’an’ın şu münevver mübarek şakirtleri içinde birbiriyle manen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’an’ın şakirtleri onda her biri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor.” sözleriyle bu manayı ifade etmiştir.
Bediüzzaman, çeyrek asır kadar günlük gazeteleri takip etmekten uzak durmuştur. İstibdad-ı mutlak’ın sonlarına doğru, 1948 yıllarında birinci Emirdağ Lahikasındaki bir mektubunda “Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevi bir halaskarı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli manevi belayı def etmek için Matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim. O dehşetli beladan birisi: Hıristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevi istilasına karşı Risale-i Nur sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ani vazifesini görebilir ve âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli, itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lazım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.” ifadeleriyle Risale-i Nurları daha geniş kitlelere ulaştırmak ve insanları ondaki hakikatlerden haberdar etmek ve aleyhindeki neşriyatlarıyla her gün binlerce insana ulaşan gazetelerin tahribatına karşı mukabele edebilmek için matbuat (gazete) lisanına ihtiyacı dile getirmiştir.
1950’li yıllarda Risale-i Nur’un ilânatı, meslek itibariyle farklı olan Sebilürreşad, Büyük Doğu, Serdengeçti gibi matbuatla yapılmıştır Üstadımızın ahirete irtihalinden sonra Nur talebeleri ve hizmetkârları ağabeyler mahkemelerin artması ve aleyhteki propagandanın yoğunluğu sebebiyle matbuat lisanıyla neşriyata daha fazla ihtiyaç duydular. Risale-i Nurların matbuat lisanı ile ilânatı için İleri, İrşad, İhlas, Uhuvvet, Zülfikar, Bediülbeyan, Nur, Hareket, Vahdet gibi kısa ömürlü, İttihad gibi uzun ömürlü haftalık gazete ve dergileri çıkarmışlardır.
Bediüzzaman’ın mesleğindeki müsbet iman hizmeti ve siyasetteki muktesid mesleğini takip etmek üzere Üstadımızın hizmetkârlarının ortak meşveret kararı ile 21 Şubat 1970 tarihinde Yeni Asya gazetesi günlük yayın hayatına başlamıştır. Yeni Asya, matbuat lisanıyla tezahüre başlamanın ve matbuat lisanıyla konuşmanın adıdır. Ve Nur talebelerinin bir meclis-i nuranisidir. Nur talebelerinin birbirleriyle Nurları manen müzakere ve müdavele-i efkâr zeminidir. Elbette bu manadaki bir neşriyatın muhtevası da Asr-ı Saadet’teki adaletnâme-i şeriat mahkemesi ve istikbaldeki tenkidat-ı ukala mahkemesinde de ibraz edilecek tahavvül etmez hakikatler kıvamında olmalıdır.
- Risale-i Nur’la Kur’an hizmetinde taksimü’l a’mal - 21 Ocak 2015
- Ben Ömer’in kulağıyım - 28 Haziran 2014
- Ben Ömer’in gözüyüm - 8 Haziran 2014
kisa, öz ancak bilgilendirici olmus. Allah razi olsun.
S. A.
Tebriklerimle berâber iki noktada açıklama yapmak istiyorum müsâadenizle:
1)1897’lerde Hasan Paşa diye bir Van vâlisi bulunmamaktadır.
2)Bedîüzzamân’ın ilk gazete yazısı, Misbah’da değil, 6 Ağustos 1908 târihli Rehber-i Vatan’da çıkmıştır.