“Benim suçum”

“Benim suçum”

Sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

Sözler

İNSANOĞLU EYLEMLERİNİN ve söylemlerinin bizâtihi sorumlusudur. Şartlar ne olursa olsun insanın ihtiyarı (tercih hakkı) elinden alınmaz, kendisine ait özgürlük alanı daima mevcuttur. Bu alan özellikle bilişsel faaliyetlerde kendini gösterir. Mecburiyet tahtı malumdur fakat mutlak değildir. Belirli bir ortama yönelik davranış ve tepkiler bağlamında tinsel bir özgürlüğün yokluğundan söz edilemez. İdam sehpasında dahi insan, kendi hususi âleminde/tekil dünyasında koşulsuz ve kayıtsızdır, zihinsel bağımsızlığını ve ruhsal özgürlüğünü koruyabilmektedir. Bu minvalde Bediüzzaman’ın haps-i münferitte olduğu yıllarda dahi dünyanın en özgür insanı olduğunu söylemek mübalağa olmaz zannediyorum. Bediüzzaman’a hapishaneyi ve tımarhaneyi mektep eyleyen yine bu güzel nazar ve özgürlük bilinci olsa gerek.[1]

Mamafih insan; devrinin, genlerinin ve çevresinin mahkûmu da değildir. Tarih kendi devrinin fevkinde veya çevresiyle ilişkilendirilemeyen yahut genlerine muhalefet eden birçok harikuladeliğe tanıklık etmiştir. Yani bu anlamıyla insan, birçok koşullanmanın ve çevresel etkenin kazara bir ürünü olmanın ötesindedir. Ulûhiyet dava eden firavunun yanında, şirk bahçelerinde, efkâr-ı batıla ile yetişen Hz. Musa’nın (as) ubudiyet ve iradesiyle nübüvvete –bir cihette– liyakat kesbettiği söylenebilir.[2]

Koşulların durumuna, devrin zorluğuna, meşakkatin büyüklüğüne, problemin müşküllüğüne bakmaksızın insan iradesinden müstesna tutulamaz. Sorumluluktan kaçmak, mazeret üretmek insanı çözümden uzaklaştırır. İnsan, iradesinin mesul olduğu alanların farkında olmazsa imkân dairesinden dışarıya çıkar. Bediüzzaman’ın da dediği gibi, hadisatı aleyhine ya da lehine çevirmek insanın elinde, kalbinde, aklında, amelindedir.[3] İmtihanı imkân, imkânı imtihan gibi görmek, fırsatla kriz arasında karar vermek, âbad olmakla berbad olmak arasında tercih yapmak yine insanın elindedir.

Suizanna mahal vermemek insanın elinde olduğu gibi suizanna müsait yerde suizan etmemek yahut hüsnüzan etmek de insanın elindedir. İnsanın kudret noktasında “Ben yaptım, ben ettim” demesi ne kadar talihsiz ve kötüyse, mesuliyetinin olduğu noktalarda “Ben yapmadım, ben etmedim, benim dahlim yok” demesi de o denli talihsiz ve kötüdür.

Özellikle musibetlerin vücuda gelmesinde ya da hayrın vücuda gelmemesinde aktif olgu anlamında “yapmak, eylemek”; pasif olgu (ihmal) anlamında “yapmamak, eylememek” vardır. Yani gereğinden fazla sulamak veya hiç sulamamak suretiyle bir çekirdeğin çürümesine neden olmak tamamıyla sulayanın kabahatidir.[4] Fakat hayrın vücuda gelmesinde sebep müteaddittir, sulayanın iradesi dışında birçok koşulun sağlanması gerekir. İtikadımızca cennetin fazl-ı ilahî iken cehennemin ceza-yı amel olması,[5] iyiliğin Allah’tan ve fenalığın iradeden bilinmesi,[6] zaferler orduya verilirken mağlubiyetlerin komutana verilmesi[7] yine bu sırra işaret eder.

Şu günler meşgul olduğum müşahhas bir örnekle meseleyi izah etmek istiyorum: Yetişkin bir yakınım uzun süredir mutsuz, kızgın ve yılgın. Halihazırda iyi yaşam şartlarına sahip olsa da ruhsal anlamda yıpranmış vaziyette. Depresyon ve anksiyete belirtileri var: ümitsiz, alıngan, gergin, kötümser, eleştirici, savunmacı, şüpheci, suçlayıcı, güvensiz ve ruhsal yönden dengesiz/tutarsız bir tutum içerisinde. Bilişsel çarpıtmalara mağlup, her şeyin olumsuz tarafına eğilimli; yani bir bahçeye girdiğinde hüsün ve cemale nispeten ehemmiyetsiz ve azınlıkta olan fakat kıyas noktasında güzelin güzelliğini ortaya çıkarmakla vazifeli müzahrefatla meşgul olup midesini bulandırmayı tercih ediyor.[8] Görece farkındalığı düşük ve yüzleşmekten kaçınıyor. Nispeten maddi ve manevi zorluklarla geçen çocukluk yıllarından şikâyetçi. Geçmişi yeniden yapılandırma veya telafi etme noktasında kimi zaman isteksiz çoğu zaman işlevsiz. Kendisi haklı olmak ile mutlu olmak arasında tercih yapmak zorunda kaldığında haklı olmayı seçiyor. Haklı olmanın, haklı çıkmanın işlevsel olmadığı, pratize edilemediği, insanı kasvetli bir döngüye soktuğu gerçeğini reddediyor. Probleme olan merakı çözüme olana merakından daha fazla.

Özellikle anne figürüyle olan mücadelesi hayret-i mucip ve konunun özünü teşkil etmekte: Gelişime ve değişime kapalı bir annenin çocuğu olarak doğduğunu, bu yüzden kendisinin de gelişime ve değişime açık ol(a)madığını; eleştirel dili bir doğum lekesi gibi üzerinde taşıdığını, olumlu duyguları ifade etmede yaşadığı eksikliğin kendisine ait olmadığını, bu konudaki yanlış söylemlerinden sorumlu da olmadığını; sevilmediği için sevemediğini, yüceltilmediği için yüceltemediğini savunuyor. İçinde bulunduğu durumu tahlil ederken sorumluluğu geçmişe, şartlara, musibetlere ve şahıslara paylaştırdıktan sonra kendi iradesine bir hisse düşmediğini, bu durumun sorumlusu değil yalnızca mağduru olduğunu söylüyor. Bu genetik mirasın, bu davranış örüntülerinin bir bakıma mahkûmu olduğunu yani elinden bir şey gelmediğini düşünüyor. İnsani ilişkilerinde yaşadığı tüm olumsuzlukların bizatihi sorumlusunun annesi olduğunu söylüyor. Bahsettiği annesine sorulsa, o da muhtemelen kendi annesine, o da onun annesine yükleyecek sorumluluğu. Bu talihsiz ve sonu gelmez zinciri kırmak ancak “Benim suçum” demekle mümkün olacak nihayetinde…

İnsanın en tesirli muallimi validesidir[9] der Bediüzzaman, el hâk doğru söylemiş. Hakikaten kişiliğin oluşumu ve gelişiminde annenin payı büyük ve yadsınamaz bir gerçek. Fakat her an insanın iradesi üzerine yaratılan fiillere, annenin ya da bir başkasının mutlak hâkim olduğunu söylemek ve bu şekilde olumsuzlukların yükünden sıyrılmak, özgürlükten ve sorumluluktan kaçmak ve faturayı başkasına kesmek bütünüyle akla muhaliftir. Özellikle benlik bütünlüğünü tamamlamış, kimliğini ve bireyselliğini kazanmış ve uzun süredir aileden bağımsız yaşayan bir birey için…

Halbuki çözümlerin olanaklı olduğunu görmek, “Tüm bunların sorumlusu benim, ben kendi irademle buna sebep oldum, ben seçtim, ben davrandım, ben söyledim vb.” demekle yani sorumluluğu tamamen üstlenmek ve mazeret üretmemekle mümkündür.

Her suale cevap verilir!” diyen Üstadın kendi kaderine dair “Çeyrek asırdır cevabını bulamıyordum!” dediği “Neden?” sorusuna; devrin zalim idarecilerine, vukufiyetsiz ehl-i vukuflarına, adaletsiz mahkemelerine, himmetsiz insanlarına ve türlü zorluklarına rağmen nihayetinde verdiği cevap da bu olmuş; “BENİM SUÇUM!”[10]

_____________________________________________________

[1] Tarihçe-i Hayat, s. 82.

[2] İşâratü’l İ’câz, s. 77.

[3] Sözler, s. 367.

[4] Lem’alar, s. 231.

[5] Lem’alar, s. 84.

[6] Sözler, s. 37.

[7] Şualar, s. 360.

[8] Mesnevî-i Nuriye, s. 211.

[9] Lem’alar, s. 324.

[10] Emirdağ Lâhikası 2, s. 452.

Said Duran
Latest posts by Said Duran (see all)
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.