O da haricindeki milyonlar gibi imana susayan gönüllerden, imanı için korkan ve imanını kurtarmak isteyen müminlerdendi…
O da lisan-ı hâliyle “o nuru gönder ilahi asırlar oldu yeter, bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister” diyenlerdendi…
O da Uhud’u, Bedir’i kalbinde yaşayan ve ruhuyla o âna gidenlerdendi…
O şanlı günde beden-i Muhammedi’yi (ASM) koruyanlar gibi bugünde Sünnet-i Peygamberi’yi (ASM) koruma cehdi içinde olanlardandı…
Her asırda müminlerin iman muhafızı olarak gönderilen muhlislerin, aktabların, mürşidlerin, müçtehidlerin başkomutanı Mehdi-i Azamı arayan ve bekleyenlerdendi…
O da bu asırdaki manevi cihadda cehd için Kur’an’ın manevi elmas kılınçlarını arayanlardandı…
Vaad edilen nurun tamamlanması için kurulan iman ordusunda er olmak, muhafız olmak, komutan olmak isteyenlerdendi…
İslamiyet’i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan kal’a’nın tamir ve ihyasında çalışmak isteyen fedakârlardandı…
Cazibedar hevesat içinde, dehşetli düşmanların tazyikatı altında olan ümmet-i Muhammedi’yi sahil-i selamete taşıyan gemide hademe olmak isteyenlerdendi…
Ve bu manevi ordunun istihdam nimetiyle nimetleneceğini ümit ettiği için bekliyordu helaket ve felaket asrının adamını…
Bekliyordu asırlardır bekleneni…
Bekliyordu icaz-ı Kur’an’ın ilanına namzet olanı…
Bekliyordu fetva vazifesiyle tavzif olunanını…
Bekliyordu başkomutanını…
Bekliyordu asrın bedisini…
Ve bekliyordu Mehd-i Azamı…
Ve gün geldi; diğerleri gibi bir vesileyle buldu muhlisini, buldu mürşidini, buldu aranan ama bulunamayanı, gördü ortada olan ama herkesin göremediğini…
Hemen koştu huzuruna, yapıştı ellerine, ram oldu bütün benliğiyle temsil ettiği kudsi vazifenin ilan ve neşrine…
Aldı eline elmas kılıcı, çıktı mübareze meydanına, havale eyledi en evvel kendi nefs-i emmaresine ve şeytanına…
Okuyordu Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylani’nin (KS) müjdelerini…
Okuyordu Hz. Ali’nin (RA) haberlerini…
Okuyordu Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’ın işaretlerini…
Okuyordu artık kâinat okumasını öğreteni…
Ve okuyordu Hira’da oku emrini alanın emirlerini…
Yine bir gün okuyorlardı semanın sakinlerin gıpta ederek alkışladığı bir ortamda nurları…
“… Zeminde hâlisenlillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir iki adam, bir iki nefes, yani bir iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı sanatını birbirine göstererek, Sanîlerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler… (Barla Lahikası)“
Hakikatini aramak ve yaşamak için bir araya gelmişlerdi ve Risale-i Nur okuyorlardı…
Birileri ehl-i imanın imanını kurtarmak için cehdle çalışırken, birileri ise yarasalar gibi nurdan, ışıktan korkup, söndürmek istediler iman nurunu, karanlıklarını daha da zifiri hâle getirmek için…
Yurdun dört tarafında yanan kandilleri karartmak istiyorlardı ve o kandilleri yakan herkesi yakmaya and içmiş gibiydiler…
Burdur’da bir gece, gecenin karanlığından daha karanlık emellerin önünü kesmek için nurların parlaması gayesiyle bir araya gelen Kur’an talebelerinin evlerini bastı kolluk kuvvetleri…
Seccade, Kur’an, rahle ve Risale-i Nur’lardan ibaret suç aletleriyle nezarete atıldılar…
Suçları ise kâinatın nazırı olmak, Allah’a abd olmak, zalimlere taraf olmamak…
Sorgulama başladı, hınç ve gayz kaplamıştı salonu, adaleti temsil edenler adaleti katlediyordu…
Suçun suçlusu aranmıyor, suçladıklarına suç arıyorlardı…
Ve Binbaşı Asım Bey arada kalmış, ne yapması gerektiği noktasında tereddüt yaşıyordu…
Ama bu tereddüt zayıfların tereddüdünden değildi, o kahramanların tereddüdünü yaşıyordu.
Ne demesi gerekiyordu ve ne yapacaktı?
İki ihtimal vardı; Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi olduğunu söylese Üstadına zarar vereceklerini biliyordu, çünkü binbaşı rütbesinde bir askerdi ve adalet cellâtlarının buna tahammülü asla yoktu, olamazdı…
Üstadını korumak için talebesi olmadığını söylese askerlik mesleğinin izzetine yakıştıramazdı…
Yakıştıramazdı, çünkü hayatını adadığı iman davası bunu kabul etmezdi…
Bağlı olduğu nur-u Muhammed’i zinciri bunu kabul etmezdi…
Çünkü “bir Müslüman hata yapar, günah da işler, belki büyük günahları da işler, ama asla yalan söylemez” emr-i Peygamberi’yi (ASM) biliyordu…
Üstadından sıdk dersiyle beraber “yalan kâfirlerin lafzıdır” dersini almıştı…
Ne yapmalı ve ne demeliydi; o an söylenecek bir şey yoktu ama yapılması gerek bir şey vardı…
Rahman ve Rahim olana yönelmek, O’na yakarmak, O’ndan istimdad dilemekti…
Ellerini kaldırdı, aradıklarını ve bulduklarını düşündü, yanışını ve nurla hayat buluşunu tefekkür etti, Rabbinin kendisine nasib ettiği en büyük nimetlerden birisi olarak kabul ettiği Üstad’ını düşündü…
Bunları düşünürken kalbinden geçenleri sadece Allah ve kendisi biliyordu.
O an bir Cehennemî hâletteyken… “Ya Rab canımı al, Ya Rab canımı al” diye haykırdı ve oracıkta hemen ruhunu en güvenilir dost olan Azrail’e (AS) teslim etti…
Rabbi o an kalbinden geçeni bir kişiye daha bildirdi…
O, uğruna hayatını hakir gördüğü, ruhundaki karanlığın izn-i İlahi ile nura gark olmasına vesile olan Üstadı Bediüzzaman Said Nursi’den başkası değildi.
Üstad’ı onu, “Asım Bey, benim bedelime ruhunu teslim etti, şehid oldu” diye haber verdi…
Demek Asım Bey “Ya Rab, canımı al” diye haykırırken;
Ya Rab, kalan ömrümü Üstad’ıma ver.
Ya Rab, Üstad’ımı senin dinini neşrederken muzaffer eyle.
Ya Rab, Üstad’ımın kalbine bahşettiğin Kur’an nurunu öyle parlat ki hiçbir yarasa tabiatlı fikir ve cereyan hayat bulamasın bilad-ı İslamda.
Ab-ı hayat olan iman hakikatlerine ulaşamayan hiç kimse kalmasın.
Ve tabiî ki Asım Bey “Ya Rab, canımı al” derken Uhud’a gitmiş ve Nebi-i Zişan’a (ASM) gelen bir mızrağın önüne göğsünü manen siper etmiş.
Oklara başını uzatmış.
Kılıç darbelerine, taşlara bedenini siper etmiş.
Çünkü biliyormuş Üstad’ının tek gayesinin Sünnet-i Seniyyeyi ve İslam’ı ihya etmek olduğunu…
Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğini…
Dağlar büyüklüğünde taşları bulunan İslam kal’ası için hayatını ve hayatına ait olan her şeyi feda ettiğini…
Sünnetin ihyası, Kur’an medeniyetinin yeninden inşası için yaşayan Üstad’ının hayatına, hayatını feda etmiş…
Allah rahmet etsin…
Ruhu şad olsun…
- Yeniden biat ama bu kez Akabe’ki gibi… - 21 Nisan 2020
- Sessiz bir çığlık… - 29 Ekim 2019
- Gayyadayız… - 24 Eylül 2018