“Onlar ki gayba iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Bakara 2/3”
Allah bizden ne istiyor diye merak eden her ehl-i aklın, Kur’an’ın kapağını açtığında ilk karşısına çıkan mana yüklü bir ayettir bu. Allah, Kur’an’ın annesi olan Fatiha’dan sonra ilk olarak bu tarifiyle hitap eder bizlere. Daha ilk ayette iman, namaz ve sadaka, yani kendi malından harcama, ayrılmaz bir üçlü olarak sunulur nazarlarımıza. Bu ayetin benim açımdan özel bir anlamı da vardır. Çünkü ilahi emirlere karşı kalbimdeki en büyük ukdelerden birisi bu ayetin içerisinde yatar.
Ukdedir çünkü gerçekten istediğim halde yaşa(ya)madığım ilahi emirlerin en başında gelir. Bahsettiğim, Cenab-ı Allah’ın infak/sadaka/zekât manasında kendi malından sarf etmeye dair yönelttiği emirlerdir.
Kur’an’da bir hükmün bir defa geçmesi bir mü’min için son derece önemli olmalıydı bana göre. Çünkü Allah bir mevzuu Kur’an’a alıyorsa, bir emri yöneltiyorsa, bu bir manada o mevzua verdiği ehemmiyeti ifade ediyor.
Oysa Kur’an’da açık olarak yetmiş küsur ayette infak etmeyi emrediyordu Allah. Sadaka ve zekât gibi emirler ile beraber yaklaşık iki yüz ayet bize kendi malından Allah yolunda harcamayı emrediyor, fakirlere düşkünlere yardımcı olmanın -öyle lütuf falan değil- bizzat bir yük ve bir sorumluluk olduğunu beyan ediyordu. Bu çabayı göstermeyenleri kınıyor, azarlıyor ve hatta tehdit ediyordu. Mal ve mülk benim, onu size emaneten ben verdim diyor, sahiplik dava etmeyi men ediyordu.
Bütün bu ikazlara rağmen ben bu emri hayatıma ne kadar uyguluyordum? Zor durumdaki insanlara ne kadar yardımcı oluyor, yetim veya öksüz kalmış küçücük çocuklar için ne yapıyordum? Bütün bunlar kalbimi sürekli rahatsız etse de aklımla yeteri kadar ilgilenmiyor, halime çeki düzen vermeye çalışmıyordum.
Aklımla ilgilenmeye niyet ettiğim zamanlarda ise nefis buna mani oluyordu. Bahaneleri hazırdı. Artık o kadar fakirler de kalmamıştı etrafımda. Herkes iyi yaşıyordu artık. Baksana herkesin elinde falan telefon, filan bilgisayar geziyordu. Herkes iyi yiyor, kimse fena giyinmiyordu.
Ya da ben öyle zannediyordum. Oralarda bir yerlerde çok zor durumda olan insanlar muhakkak vardı. Akşam çocuğuna ne yedireceğini hesap eden belki yüz aile vardı yaşadığım muhitte. Ama onlar uzaktaydı. Görmüyordum ya onları. Çok rahatsız değildim bu yüzden. Yanlış anlaşılmasın öyle zengin falan da değildim, orta halli bir yaşantıya sahiptim. Ama etrafımda muhtaç olan kimse yoktu.
İçimdeki bu ezikliği gidermek istiyordum bazen. Mesela dilenen kimseleri gördüğümde üç beş para vermek içimden geçmiyor değildi. Kimi zaman bu sese kulak versem de dilencilere para verilmemeliydi genel kanaate göre. Çünkü onlar bizden daha zenginlerdi. “Dilendiklerine bakma sen, onların şu kadar parası var, şöyle yaşıyorlar” sözleri herkesin ağzında dolanıp duruyordu. Bu kadar umumi kanaat haline gelmiş bir söyleme rağmen gidip benden zengin olduğunu düşündüğüm insanlara para vermek de aptallık olurdu.
Ama belki yine yanılmıştım. Kimisi bu işi meslek haline getirse de bazısı gerçekten de muhtaç olabilirdi. Tamam, her önüne gelene para vermemeliydim. Makul bir görüştü bu. Ama hiçbirine vermemem gerektiği manasına da gelmiyordu. Araştırmalıydım, inandığım değerlere göre. Aczini izhar eden bir insana direk güvenmesem de bir şekilde öğrenip zor durumdaysa yardımcı olmalıydım muhakkak. Ama yapılacak başka uğraşlar vardı. Bir türlü vakit olmuyordu.
Hoş, öyle iş sahibi falan değildim, öğrenciydim. Ya da bir hayır işiyle uğraşıyordum. Ne iş yaparsam yapayım zengin tabir edilen zümreden olmadığım aşikârdı. O yüzden rahatsız olmamalıydım genel görüşe göre.
Bütün bu hisler yılların birikimiydi kalbimde. Hep içimde ukdeydi bu mevzu. Hareketsizdim belki ama, çok şükür en azından kalben rahatsız olacak kadar insaniyetim kalmıştı. Ama bir türlü yırtılmıyordu bu atalet.
Ta ki çok yüce Yaratıcım gözümü açana kadar. Yakın bir zamanda bir vesileyle bir sadakanın aracısı olmayı nasip etti Cenab-ı Hak. Suriye’den İstanbul’a iltica etmiş bir aileye bir sadakayı ulaştırmam gerekiyordu. Tarif edildiği gibi adresi buldum. Söylenen hanım ablaya ulaştım. Direk emaneti sahibine ulaştırıp gitmeyi hedeflerken, hanımefendi ısrarla beni evine davet ediyordu. Baştan bunun yanlış olacağını düşündüğümden eve girmek istemedim. Ama genç hanım parayı gönderen kimselerin içlerinde bir şüphe kalmaması için illa evi görmemi istiyordu. Annesi ve bir başka akrabasının olduğunu duyunca rahatladım ve içeri girdim. Bir bodrum dairesiydi bu. Selamla beraber salona geçtim ve oturdum.
Genç hanım yarım yamalak Türkçesiyle anlatmaya başladı. Üç kadın ve on küsur çocukla beraber yaşıyorlardı. Eşi Suriye’de daha bir ay önce şehit olmuş, çocukları yetim kalmıştı. Başka bir çocuğun annesi ve babası öldürülmüştü. Diğer kadının eşi ise Suriye’de zulüm altındaydı. Çocuklar hastaydı. Yiyecek yoktu. İlaç yoktu. Hiçbir şey yoktu. Ama yüzleri mütebessimdi. Beni çok iyi karşılamışlardı. Dirayetliydiler. Bu minvalde birkaç dakikalık sohbetten sonra emaneti teslim edip, izin isteyip ayrıldım.
Çok etkilenmiştim. İlk kez böyle bir manzaraya şahit oluyordum. Demek ki herkes öyle benim düşündüğüm gibi bolluk yaşamıyor, türlü çeşit sıkıntılarla boğuşuyorlardı.
Bu gördüğüm manzara şu an, belki de her birimizin karnı tok olarak yaşadığı yüzlerce muhitteki yüz binlerce manzaradan sadece birisiydi. Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir demişti, kudsi Nebi (ASM). Ya kardeşi açken, uyuyabilen peygamberin kardeşi, arkadaşı olabilir miydi?
Veya kardeşi değil de kardeşleri açken uyuyabilenler, gaflet uykusunda uyuyup herkesi kendi gibi müreffeh zannedenler, aklen onlar gibi binlercesi olduğunu bildiği halde lezzetten lezzete koşanlar nasıl bir kardeştiler? Onların dertleri ile ilgilenmek gerekmez miydi? Hadi etrafımızda muhtaç insanlar yoktu. Ama en azından şu an Suriye’de savaştan etkilenen bir milyon insandan ulaşabildiklerinin yaralarını sarmak, karınlarını doyurmak, maddi manevi onlara yardımcı olmak, hem İslamiyet’in hem de insaniyetin gerekliliği değil miydi?
Evet, kesinlikle yardımcı olmalıydım, olmalıydık. Bir insan olarak, hele hele şuurlu olduğunu iddia eden bir Müslüman olarak muhakkak yardımcı olmalıydım.
Aklım bu sorularla boğuşurken hemen nefis devreye girdi. Durumun yok diyordu.“Senin neyine, bırak zenginler yardım etsin” diyordu.
Başkası için bu kadar gamsız olan nefis, iş kendisine geldiğinde ise hemen rol değiştiriyordu. Sofrada en az üç çeşit yemek göremezse vaveylayı koparıyordu. Yemeği beğenmezse, hemen dışarıya gözünü dikiyor, aklına bir lezzet geldiği an imkân, israf demeden koşturuyordu. Bir şey alacağı zaman üçün beşin lafı yapılmazdı. Mesela ayakkabı ihtiyacı olduğunda en kalitelisi olmalıydı. Tamam, kalite olsundu. Kaliteyi bulabilirdi belli bir miktara. Ama yetmezdi. Bir de görsellik olsundu. Fazladan elli lira göz kırpmadan verilirdi. Arkadaşlar ile en güzel mekânlara gidilir, onlarca lirayı gönül rahatlığıyla harcanabilirdi. Gereksiz harcamalarını bir döksem nefsimin, eminim hiçbir ses çıkaramazdı. Sadece nefsi heveslerimin aylık gideri, belki de bir ailenin karnını doyurması için yetecek miktara ulaşıyordu.
Nefsin bütün bu söylemleri, Kur’an’ın hükmünü değiştirmiyordu ne yazık ki. Kur’an’ın yüzlerce ayeti hâlâ orada duruyordu. Mesela şöyle diyordu, Allah bir ayetinde: “Eli geniş olan, elinin genişliğine göre nafaka versin. Rızkı dar olan da Allah’ın ona verdiğinden infak etsin. Allah bir kimseyi ancak kendine verdiği ile yükümlü kılar.”[1] Bir başkasında da şöyle: “Allah yolunda harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın”[2] Kuran’ın en büyük müfessiri olan nebiler Nebisi (ASM) de öyle nefse göre tefsir etmiyordu infak ayetlerini: “Yarım hurmayla olsa da kendinizi ateşten koruyun”[3] diyordu. Komşusu açken tok uyuyabilmeyi zül addediyor, kendisi yaşadığı gibi bize de öyle öğütlüyordu.
Efendimiz’in (ASM) icraatı da, söylemleri gibi aşikârdı. O (ASM) gayet imkânı da olduğu halde iki geceyi üst üste tok geçirmemişti. Hayatı boyunca buğday ekmeği yememiş, bir öğünde bir çeşitten fazlasını boğazından geçirmemiş, evlerinde aylarca sıcak bir çorbanın pişmediği nice zamanlar olmuştu. Hep kardeşleri odaklı yaşadı hayatı boyunca. Orada bir yerlerde aç insanlar varken kendisi tok olmadı.
Haydi o peygamberdi. Zaten öyle yapmalıydı diyordu nefis. Peygamber olmak kolay değildi. Peki ya mü’min olmak kolay mıydı? Elbette değildi. Bu sözleri serdeden nefse karşı birçok hadiste ise manevi cevaplar veriyordu kudsi Nebi (ASM).
Mesela bir hadisinde Efendimiz (ASM) şöyle buyuruyordu:
“Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.
‘Bu nasıl olur, ey Allah’ın Resulü?’ diye sorduklarında şu cevabı verdi:
Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.”[4]
Başka bir hadisinde ise şöyle biz orta halli insanlara ders veriyordu:
“En üstün sadaka, malı az olanın kendisini zorlayarak verdiği sadakadır.”[5].
Sözün kısası, Kur’an’da yüzlerce kez, hadislerde ise binlerce kez bahsi geçen, verenin övüldüğü, vermeyenin tehlikede olduğu beyan edilen sadaka ve infak mevzularını yeniden gözden geçirmeli, davranışlarımı bu minvalde şekillendirmeliydim.
Rabbin gazabını söndüren, kişiyi kötü ölümden koruyan[6] , kabir hararetini gideren[7], Cehennemin hararetine karşı bir perde vazifesini görüp kişiyi kurtaran[8] sadakaya karşı bakış açımı derhal düzeltmeli, insaniyet ve İslamiyet’in gerekliliklerini yüksünmeden yapma iradesi edinmeliydim.
Zihnim bu soru-cevaplar arasında gidip geliyor halen ve kendimi bir yerlere oturtmaya çalışıyorum. Ve şurası muhakkak ki, Müslüman ve insan olduğunu iddia eden herkesin aynı sorulara cevaplar araması ve iğneyi biraz da kendisine batırması vicdani bir sorumluluk olarak karşımızda duruyor.
[1] Talak 7.
[2] Bakara 2/195.
[3] Buharî, Zekât 10, 9; Menâkıb 25; Edeb 34; Rikâk 49, 51; Tevhîd 24, 36; Müslim, Zekât 66-67, (1016); Nesâî, 63, (5, 74-75).
[4] Nesai, Zekat 49.
[5] Camiüssağir, hadis no: 1258.
[6] Camiüssağir, hadis no: 2047.
[7] Camiüssağir, hadis no: 2049.
[8] Camiüssağir, hadis no: 2652.
- Türkiye ve Erdoğan: (Gerçek) hilafet geliyor - 6 Ağustos 2016
- İhanetin kimlik teşhisi: Fethullah Gülen - 29 Temmuz 2016
- Tek yol “determinizm” mi? - 12 Mayıs 2016