İnsanlar doğdukları zaman ve mekan itibarıyla çeşitli otoritelere muhataptırlar. Bu otoriteler kişilerin sosyalleşmesinde belirleyici olmaktadırlar. Otoritenin devamı için yaptırımlar da bulunmaktadır. Muhatap kalınan bu otoriteleri ayrıntılara girmeden ikiye ayırırsak “dünyevi” ve “dini” otorite olarak karşımıza çıkar. Dünyevi otorite dünya ile tehdit ederken, dini otoriteyi temsil edenler din ile ahiretteki cezalar ile tehdit etmektedir.
Devlet ve dinin temsil makamında bulunanlar bu makamların devam ettirilmesi için tehdit ve korku yollarına sıkça başvurmuşlardır. Bazı zaman ve mekanlarda bu iki otoriteyi aynı kişiler elinde bulundururken bazen de ayrı ellerde toplanmıştır. Hem dünyevi hem de dini güç birleşince çoğunluk olan insanlara itaat düşmüştür. Sorgulamak, akıl yürütmek, fikir söylemek çoğu zaman imkansız olmuştur. Çoğunluk ya dünyayla ya da dinle tehdit edilmekten korkmuşlardır. Sadece dünya ile tehdit olsa belki de insanlar dünyasını feda edebilecekken, din ile tehdit edilmeyi göze alamayıp itaati yeğlenmiştir.
Dünyevi ve dini tehditlere karşısında nadir insanlar yılmadan, itaat etmeden karşı durabilmişlerdir. Bunlardan birisi asrımız da Bediüzzaman Said Nursi’dir. Dünyevi otorite tarafından yapıp etmelerinden dolayı kendisinin hayatına kastedilir, idamla yargılanır, zehirlenir ve katledilmek istenir. Dini otorite tarafından alışılmış tekrarları yapmayıp, yeni şeyler söylemesinden dolayı ahiretle, cehennemle de tehdit edilir. Ama bu tehditlere kıymet vermez ve der:
Umumun malumu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harple meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın.
Bediüzzaman’ın bu meydan okumayı yaptığı zaman, toplumun sosyolojik yapısında “ağa ve şeyh” geleneğinin hakim olduğu bir döneme denk gelmektedir. Ağa dünyevi otorite olduğu gibi şeyh de dini otorite olarak yer almaktadır. Bazen bu ikisi tek bir kişide birleşir. Bu durum karşı konulmayacak bir güç ortaya çıkarır. Çoğunluk aklını ağasının ya da şeyhinin cebine koyup rahat etmenin yoluna bakmaktadır.
Kent hayatı ile birlikte ağa otoritesi ve yapılanması zayıflamış, karşılıklı bir takım kurallara bağlanmış modern ağalar ortaya çıkmıştır. Emir büyük yerden geldiği zaman yapacak bir şey kalmamaktadır. Şeyhlik ise hayatiyetini ve varlığını kent hayatında da devam ettirmektedir. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” denilerek bir manevi otoriteye tabi olmanın önemi ve gerekliliğine dikkat çekilir.
Bununla birlikte şeyhi sadece bir tarikat lideri olarak algılamamak gerekir. Şeyh lügat manası olarak; “yaşlı, ihtiyar, mübarek, muhterem kişi, aşiret veya cemaat muhtarı, etkili kişi, baş, reis, tarikat kurucusu ve bir tarikatta en üst mertebeye ulaşmış kimse” şeklinde tanımlanmaktadır. Tarikat lideri anlamlarından sadece birisidir. Hz. Ebubekir (RA) ve Hz. Ömer (RA) için de “Şeyheyn–iki ihtiyar” tabiri kullanıldığı bilinmektedir. Halbuki onların belli bir tarikatları yoktu. Bu tabirde, büyüklük ve yaş anlamı ön plana çıkmaktadır. Bu geniş anlamı ile aslında şeyhi olmayan kimseden de bahsetmek imkansız hale gelmektedir. Zira herkesin fikir danıştığı, görüşlerine saygı duyduğu, bazen de sözünden çıkamadığı büyükleri mevcuttur.
Bu durumda büyüklerden ne isteriz? Şeyhlik iddiasında olan ile gerçek şeyhi nasıl ayırt edeceğiz? Büyüklüğün gereği nedir? Bediüzzaman dünyevi ve dini otoritenin tek elde toplandığı bir dönemde, bütün bu suallere cevap verdiğini görüyoruz. “Şimdiki şeyhlerden ne istersin?” sualine “…İhlası… cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi… terk-i menâfi-i şahsiyeyi… muhabbeti isterim” diyerek cevap verir ve sözlerine şöyle devam eder:
Zira onlar bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır. Sual: Nasıl olsunlar?
Cevap: Ya başlarımızdan kalksınlar yahut inat, gıybet ve taraftarlığı mabeynlerinden kaldırsınlar. Zira bir kısım dalalet ve bid’at fırkalarının teşekkülüne bazı bid’atkar müteşeyyihler sebebiyet vermiştir.
Şeyhlik iddiasında olan ile veli olan şeyhin farkına dair de şu cevabı verir:
Eğer hedef-i maksadı, İslamın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefis ve meşrebi mahviyet ve tarikati hamiyet-i İslamiye olsa kabildir ki bir mürşid ve hakiki şeyh olsun.
Bediüzzaman, veli olan şeyhte “ittihad, muhabbet, terk-i iltizam-ı nefis, mahviyet, hamiyet-i İslamiye” gibi beş özelliğe dikkat çeker. Eğer bir kişide bu özelliklerin tam zıddı var ise o kişi, şeyhlik ve büyüklük iddiasında olan din ile dünyayı avlamaya çalışan (müteşeyyih) biridir.
O halde büyüklüğün gereği nedir?
Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.
Tahakküm edenler, tekebbür edenler, büyüklük taslayan gerçekte küçüklerdir ve kendini yaşlı gösteren çocuklardır. Gerçek büyüklerden, tevazu ve mahviyet sahibi, tahakküm ve tekebbür etmeyen kişilerden olmaya var mıyız?
Tebrik ederiz istifade ettik konuyu biraz daha açmak ta yarar var gibi. Selam duayla inş