Çeviri üzerine düşünmek ve şaheser bir çeviri

Çeviri üzerine düşünmek ve şaheser bir çeviri

Liseden kalma orta seviye İngilizcemi ciddi bir şeye çevirmeye çalışıp yoğun çalıştığım bir dönemde –algıda seçicilik mi yoksa iştigal edilen işin saiki ile mi dersiniz– On Dokuzuncu Mektub’u okuduğumda fark ettiğim bir şey oldu. Şöyle ki Bediüzzaman yaklaşık yüz elli sayfa olan ve hemen hepsi hadis rivayetlerine dayanan bu eserini toplamda on iki saatte yazdığını belirtmiştir. Bu eseri günümüz roman boyutuna indirgersek hacmi üç yüz sayfayı da geçiyor. Her yönüyle bir şaheser olan bu eserin değinmek istediğim tarafı ise “çeviri” konusu.

Bediüzzaman onlarca hadis kitabından tasnif etmek suretiyle mükemmel izahatlar yaptığı bu müstesna eserinde geçen hadisleri aynı zamanda Arapçadan Türkçeye çevirmiştir. Bilenler bilir, çeviri gerçekten çok zor bir iş. Bir eser çevrilirken öyle alelade kelime çevirisi yapılmaz. Çevirmen adeta yeni bir eser inşa eder. Bir dilde geçen bir ifadenin diğer dildeki en uygun karşılığı verilmelidir ki anlam kayıpları ya da bozuklukları yaşanmasın. Bir örnek vermek gerekirse mesela İngilizcede sıklıkla kullanılan diamond pattern diye bir ifade var. Bunu motomot çevirirseniz “elmas desen” dersiniz ve bu da Türkçe düşünen birinin zihninde istenilen görüntüyü oluşturmaz. Fakat bu ifadeyi “baklava dilimi desen” diye çevirdiğinizde okuyan kişi anlatılanı zihninde çok kolay canlandırabilecektir. İşte bunun gibi bir dilden başka bir dile çeviri yaparken çok hassas olunmalı; diller arasındaki deyimleri, ifadeleri en az anlam kaybı yaşanılacak şekilde çeviriler yapılmalıdır. Hele de bu çevrilen metinler hadis gibi kutsi metinlerse hassasiyet en düzeye çıkarılmalıdır çünkü bu durumda sorumluluğun manevi bir yönü de devreye giriyor. Bir de diyebilirim ki; ülkemizde akademik dilin halktan bu kadar kopuk olmasının bir sebebi bu tuhaf ve bazen yanlış çevirilerdir. Bu akademik çeviri faciaları meselesini bir başka yazıya bırakarak asıl meselemize dönelim.

Konuyu daha da açmak için bizzat başımdan geçen birkaç olayı nakletmek istiyorum: Hastanede bir akrabam muayene olurken doktor hasta kadına sordu: kalp hastalığınız var mı? Kadının eşi “Doktor bey, onda kalp yoktur” diye cevap verdi. Doktor şaşkın bir ifadeyle tebessüm etti, belli ki ibare kendisine çok tuhaf gelmiş ve anlamamıştı. Veyahut doktor bu sözü; adamın, eşinin katı kalpli olmasından şikâyet ettiği şeklinde de anlamış olabilir. Fakat durum aslında çok basitti. Zira “Onda kalp yoktur” ifadesini kullanan adam Kürtçe düşünmüş ve düşündüğü şeyi Türkçeye birebir çevirince böyle bir ifade kullanmıştı. Kürtçede bı vir kelp tunne derken “Onda kalp hastalığı yoktur” anlamında kullanılır ve Kürtçe düşünen biri bunu rahatlıkla anlayabilir. Fakat Kürtçe bilmeyen birine bu sözü birebir Türkçeleştirerek verirseniz karşı taraf anlamayacaktır.

Yine yakın bir zamanda başımdan geçen bir olaydan da bahsettikten sonra asıl konuma dönmek istiyorum: Öğretmenler odasında Mardin civarında insanların Kürtçe düşünüp çoğu zaman direkt çeviri yaparak Türkçe konuştuğunu, bunun da Kürtçeye aşina olmayanlar arasında anlam karmaşasına sebep olduğunu anlattım. Bir öğretmen arkadaşa, Kürtler “‘Başımı yıkadım’ ifadesini çok kullanır. Fakat burada kastedilen banyo yapmaktır; sadece başın kendisi değildir” dedim. Öğretmen arkadaşım da “Aaa, benim de komşum sürekli olarak ‘Çocukların başını yıkadım’ diyordu. Ben de ‘Neden acaba sadece başlarını yıkıyor?’ diye içimden şaşırıyordum” diyerek beni tasdik etti.

Evet altını çizdiğim gibi bir dilden bir dile çeviri yaparken çok hassas olmak ve anlam kayıpları yaşanmaması için çok ince düşünmek gerekir. Bazen sadece bir cümlenin çevirisi için bir saat düşünmek ve hatta araştırma yapmak gerekebilir. “Çevirmen katildir” diye bir söz vardır ki edebiyat dünyasında oldukça meşhurdur.

Şimdi On Dokuzuncu Mektub’u bu bağlamda ele alalım. Bediüzzaman bu eserinde on iki saat içerisinde hiçbir kitaba müracaat etmeden, ezberden, onlarca hadis kitabından ve çoğu zaman bu kitaplarda dahi farklı kategoride bulunan hadislerin aynı konuyla ilgili olanlarını başlıklar halinde derlemiştir. Yetmemiş bu hadisleri naklederken hadisle ilgili akla gelebilecek şüpheleri değerlendirerek bunlara cevaplar vermiş ve hakikatlerinin katiyetini ispat etmiştir. Bunun yanında sadece metin nakli yapmamış; senet ve isimlerini de zikretmiştir. Yani elimizde onlarca hadis kitabından aynı konuyla ilgili hadislerin birleştirildiği, bunlarla ilgili şüphelerin ortadan kaldırıldığı, açıklamaların yapıldığı, içinde farklı binlerce şahıs isimlerinin zikredildiği ve bazen bunlarla ilgili bilgilerin de verildiği karışık çok zor bir metin var. Malumdur ki bir adam aynı anda birkaç işi yaptığında işler güçleşir ve karışabilir. İşte Bediüzzaman bu karışık ve zor metni on iki saat içinde yazarken aynı sırada çok büyük bir hassasiyetle ve en güzel bir üslupta Arapça metinleri de Türkçeye çevirmiştir. Ne kadar da olağanüstü bir olay, her bakımdan hayret verici gerçekten. Bediüzzaman burada mukaddes bir davayla ilgili bir eseri telif ederken aynı zamanda bir sanat eseri meydana getirmiştir. Her bakımdan üstün, her bakımdan mükemmel bir şahesere imza atmıştır. Hem de bunu gayet akıcı ve anlaşılır bir üslupla çeviri yaparak başarmıştır.

Ve dahi öyle mükemmel bir çeviri gerçekleştirmiştir ki Bediüzzaman’ın bu eserini okumamış olan bazı âlimlerin anlayamadığı yerleri her yaştan ve her ilim tabakasından okuyucusuna sade bir dille anlatmıştır. Denizden bir katre olarak şöyle bir örnek vereyim: Din İşleri Yüksek Kurulundan bir hoca, Peygamber Efendimiz’in (asm) bir mucizesi olayını anlatıyordu. Peygamber Efendimiz’in (asm) cesaretini ve yavaş bir atın onun mucizesiyle nasıl hızlı bir ata dönüştüğüne dair bir hadis-i şerifi Arapçasından Türkçeye çevirerek anlatıyordu.

Hoca Vecedtu ferseke bahren ibaresine gelince “Senin atın bir denizdir” diye Arapçadan birebir çeviri yaptı. Ve bunu izah etmedi veya edemedi. Allah Resulü (asm) “Senin atın denizdir” derken ne demek istedi peki? Hem kendisi izah etmedi ve dinleyenler de anlamadı.

On Dokuzuncu Mektub’da bu hadis-i şerifin yer aldığı metin ise şöyledir:

“Başta İmam-ı Buharî, eimme-i hadîs haber veriyorlar ki: Bir defa, gecede, Medine-i Münevvere’nin haricinde, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise işâa edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda görüyorlar; bir zât geliyor. Baktılar, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdır. Ferman etmiş: ‘Birşey yoktur.’ Meşhur Ebu Talha’nın atına binip, şecaat-i kudsiyesi muktezasınca herkesten evvel gitmiş, tahkik etmiş ve dönmüştü. Ebu Talha’ya ferman etmiş: وَجَدْتُ فَرَسَكَ بَحْرًا Yani ‘Senin atın, sarsmadan, gayet çabuktur.’ Halbuki, Ebu Talha’nın atı, katuf tabir edilen, yürüyüşsüz kısmındandı. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte mukabele edemiyordu.”

Bediüzzaman hadisteki Vecedtu ferseke bahren ibaresini “Senin atın sarsmadan, gayet çabuktur” diyerek Türkçeye en anlaşılır biçimde çevirmiştir ki cümleyi birebir değil belki çevrilen dile en uygun bir tabir ile kelimelere dökmüştür. İşte bunun gibi bahsettiğimiz üç yüz sayfalık bu şaheseri hem telif edip hem de mevcut on iki saatin içinde bu hadisleri Türkçeye çevirmek hem de mükemmel bir şekilde çevirmek On Dokuzuncu Mektub’un dördüncü kerameti olabilir diye kanaat getiriyorum.

Burada akla gelebilecek birkaç suali de zikretmekte fayda vardır. Eğer dense ki: Bediüzzaman’ın bu hadisleri önceden Türkçeye çevirmediğini nereden biliyoruz? Buna da şöyle bir cevap verilebilir: Bediüzzaman kendi ikrarı ile Kürtçe düşünmekte, Arapça ve Türkçe yazmaktadır. Bunu yeni dönem eserlerine teşmil edebilir miyiz bilmiyorum fakat Bediüzzaman’ın bir metni önceden zihninden çevirip sonradan kaleme aldığına dair bildiğim bir yer yok. Genelde ani ve defi bir surette eserlerini kaleme alır. Ayrıca eserin son bölümlerinde yine kendi ifadesiyle “İşte, şu risalenin telifi, hiç kalbimde yoktu” ibaresiyle eserin ve çevirinin spontane geliştiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Bediüzzaman’ın “Halbuki bu nakilde hata olsa –hadis olduğu için– günah olması lâzım geldiğinden, kalbim titriyordu” ifadesinden anlaşılıyor ki hadislerin Arapçasını ezberlediği ve korktuğu şeyin çeviri değil nakillerin doğru hatırlanması olduğudur. Farz-ı muhal olarak önceden zihninden çevirdiğini kabul etsek dahi –ki buna ihtimal vermiyorum– yine de bahsettiğimiz on iki saatte bahsi geçen her şeyi mükemmelen başarması; Bediüzzaman’ın ne derece derin bir ilmi ve yüksek bir muhakeme gücü olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.

Ey aziz Üstadım! Senin gibi bir deha-i nuraninin eserlerini bu dünyada okumuş ve tanımış olmanın süruruyla şerefyap oluyorum. Her eserini hayret ve hayranlıkla mütalaa edip sana tüm içtenliğimle dua ediyorum. Senin gibi mümtaz bir şahsiyetin talebesi olmak liyakatini kendimde görmüyorum fakat en azından bu şerefe nail olmayı arzu ediyor, bütün ruh-u canımla ve Cenab-ı Erhamürrahimine dua edip istiyorum: Ebedi makamın Cennetü’l-Firdevs’te Resul-i Kibriya’nın (asm) komşuluğu olsun.

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.