Kaderin enteresan bir cilvesidir, üniversite son sınıfta, devam zorunluluğu olmayan okulumda derslere girmeyi bırakmakla, irademin hayatım üzerinde hakikaten belirleyici olduğunu idrak etmeye başladım. Zira 24 saatimin tamamı artık benim programıma göre şekilleniyordu. 1999’dan beri 16 sene boyunca -sorgusuz sualsiz- okula gidip gelirken o günkü vazifemi ifa etmişim gibi bir rahatlama yaşardım. Gerçekten, vazifem gidip 7 saat boyunca sınıfın arka sırasında takılmak olabilir miydi? Hayat bu kadar boş olmamalıydı halbuki.
Bu durum sa’y yani çalışma kavramını zihnimde ehl-i dünyanın tanımladığı gibi tanımlamamdan kaynaklanıyor olmalıydı. Daha evvel bir yazımda da belirtmiştim: Parametlerimiz hâlâ modern. Mesela “Bütün gün evinde varoluş üzerine kafa yoran ve bu mealde kitaplar okuyan bir insan mı günü daha iyi değerlendirmiştir, yoksa bütün gün nefes almaksızın iş yerinde çalışan bir memur mu?” diye sorsam kendime, ikincisinin yaptığı işin birinciye göre daha “normal”, daha “gününü dolu dolu geçirmiş” şeklinde algılayışım, varlığa ve olaylara bakışımın hâlâ “ehl-i dünya” olduğunu gösteriyor sanki. Zihnimde düzeltilmeye muhtaç bir çok kurgu var…
“Risale-i Nur tahkik kitabıdır, ama her Risale-i Nur okuyan ehl-i tahkik olmaz” cümlesini ilk duyduğuma nazaran daha bir net anlıyorum şimdi. Gündemimi Kur’an’da geçen “Akletmez misiniz?” teklif-i ilahisinin davet ettiği meseleler değil de, ipi kimin elinde belli olmayan 3-5 medya kanalının manşetleri belirliyorsa… Ya da “para-pul! eksenli muhabbetler “Yaratıcı-kul”a ilişkin muhabbetlerden daha cazip geliyorsa… Ne okuyor olursam olayım, bu gidişim nereye? Ebedi saadet bu kadar kolay kazanılıyor olamaz. Müslüman bir ülkede, Nur’ların içinde doğdum diye Cennete direk bilet kazanmış olabilir miyim? İrademle seçtiğim kaydedeğer hemen hiçbir şey olmadı halbuki. Âdil-i Mutlaktan bir çeşit “torpil” beklemek olmuyor muydu bu?
Rusya’da katı komünizm döneminde doğan bir bebek nasıl komünistliği irade etmeyip kendini içinde bulduysa, aslında benim için de benzer bir durum geçerli. Müslümanım, ama ben cüz’i irademle tercih etmedim birçok şeyi. Mesela Hristiyan ülkede vaftiz edilerek dünyaya gözlerimi açsaydım acaba doğru Müslümanlığı bulabilir miydim? Zor… “15’ine kadar mesuliyet yok, sonra araştırıp İslâmiyet’i bulmakla mükellefsin” der hocalar genelde. Müslüman olmayı hukuki suç zannedip Müslüman olan çocuğunu polise ihbar eden ebeveynlerin bulunduğu ortamda yetişen bir genç olsaydık (yaşanmış bir vakıadır), omuzlarımıza bu kadar ağır mükellefiyet yüklenmesi hoşumuza gider miydi? diye merak etmiyor değil insan.
Sanki tüm mesele “sorumluluklarımız”da düğümleniyor. Sözgelimi komünist bir terbiye ile yetişen bir birey daha sonra fıtratının şehadetine kulak verip “Bir yaratıcı var, olmalı; ölümden sonra da bir hayat olmalı” diyerek ehl-i necat olabilir belki de. Hem Müslüman hem de Risale-i Nur okuyan bir ailede büyüyen ben ise çok ama çok daha mükemmel bir imana sahip olmakla ve onu yaşamakla ehl-i necat olmaya hak kazanabilirim muhtemelen. Tabiri caizse biraz kendimi “aşmam” gerekiyor. Ne kimliğimdeki “İslam” ibaresi, ne de üzerimdeki “Nurcu” etiketi beni rehavete sürüklememeli. Zira ben bunların içinde doğdum. Cüz’i irademle tercih etmedim hiç bir zaman.
Ayrıca fıtratım şuna da şehadet ediyor: Alın teri akıtmadan kazandığım hiç bir başarı doyurucu gelmiyor. Mesela geceli gündüzlü çalıştığım sınavdan 90 aldığımda yaşadığım mutluluğun, hiç çalışmadan kopya ile 90 aldığımdaki mutluluktan kat kat fazla olması gibi. Demek Allah adaletsizlik yapmıyor, ama beni mazhar ettiği nimetlere paralel olarak -teşbihde hata olmasın- benden beklentisi artıyor. Mazhar ettiği nimetler katlandıkça şükrümü ziyadeleştirmemi istemesi gibi. Sanırım hakkı da var…
Neden hakkı var?
Ayetü’l Kübra namlı 7. Şua’da, Rahmaniyet hakikatinden bahsedilirken, mazhar olduğumuz nimetler -bombardıman misali- öyle sıralanıyor ki “evet, hakkı var” demekten öte yol gözükmüyor:
“Öyle bir hayat ihsan etmiş ki…“,
“Öyle bir insaniyet lütfetmiş ki…“,
“Öyle bir İslamiyet bildirmiş ki…“,
“Öyle bir iman hidayet etmiş ki…“
Açıkçası bunların farkına varmak ve bu farkındalığın hakkını vererek yaşamak hiç de Müslüman ülkede doğmakla üstesinden gelinebilecek şeyler değildir. Âdil-i Mutlak herkesi verdikleriyle sınamaktadır. Ve şöyle bir geri çekilip bakınca görüyorum ki benim sınanacaklarımın listesi epey kabarık…
- Tefekkür nedir? - 6 Kasım 2023
- Risale-i Nur mealci zihniyeti ifşa ediyor mu? - 22 Ağustos 2023
- Fıtratın uyumu ve LGBT’nin sapkınlığı - 21 Temmuz 2023
Yazınızı genel manada beğenmekle beraber; ‘Bütün gün evinde varoluş üzerine kafa yoran ve bu mealde kitaplar okuyan bir insan mı’ cümlesi beni düşündürdü açıkçası cümlede kastedilen mana açılsa daha yararlı olabilir miydi diye? düşündüm. selametle
Yani ucu açık aslında..risalei nur okumaktan balkondan kuşların uçuşunu seyretmeye kadar..tefekkürün merkezde olduğu bir gün geçirmek olarak anlaşılabilir
İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği Müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketinle son aldığın suret arasında müteaddit vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvâlin herbirisi sana âit nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envâına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh, geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvâlinde, “Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Neyle müstahak oldun? Ve şükründe bulundun mu?” diye suale çekileceksin. Çünkü, vukua gelen haller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahvâl, vukuattır. Gelecek ahvâlin ademdir. Vücut mesuldür, adem ise mes’ul değildir. Öyleyse, mâzide şükrünü edâ etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.