Öncelikle önemli bir hatırlatma gereği hissediyorum: Bu bir deneme yazısı ya da makale değildir. Uzun süredir karşıma çıkan ve düşünme fırsatı bulduğum bazı şeyleri zaman zaman kendim ve benim gibi ihtiyaç duyan kişilerin okuyabilmeleri için kaydetme maksadıyla yazılan bir yazıdır. Ancak bu düşündüklerimi bir kalıba sokmaya çalıştığımda öncelikle yazarken kendimin sıkıldığımı fark ettim ki okurken bu sıkıntı miktarı artacağından ve yazılış amacı da okunması olduğundan bu kalıpların dışına çıkma gereği duydum.
Bu sebeplerle bu yazıyı okumayı düşünen arkadaşlara yazılış usulünün farklı olmasından dolayı bir okuma usulü tavsiye etmek istiyorum. Yazıyı okurken sanki ben karşınızdaymışım ve siz de benimle bu konuyu müzakere ediyormuşsunuz gibi, vurgulara dikkat ederek bir sohbet havasında okumanızı, hatta yanınızda bu niye kendi kendine konuşuyor diyecek birileri yoksa hafif sesli okumanızı ve tabii ki okurken yanınızda bir bardak çay bulundurmanızı tavsiye ediyorum.
Evet, uzun bir mukaddimeden sonra konumuza başlayabiliriz.
Din-bilim, bilim, din, fen, ilim … Bu günlerde ne hikmetse çok sık karşıma çıkan mefhumlar. Çıkma şekilleri, acaba din ve bilim bir arada olabilir mi? Ya sen öyle diyorsun da bu fen bilimleri hep dalalet vesilesi? Fen bilimleri mi, o da ne kardeş ? Ya Serhad sen onları boş ver, bilimsiz din mi olurmuş? vb. müsbet/menfi çok şeyler.
Şimdi Fen Bilimleri Enstitüsü öğrenci kimliği taşıyan biri olarak bilimi tamamıyla reddetmem kendimle çelişki olacak ama denildiği gibi din ve bilimi nasıl aynı amaca hizmet ettireceğiz?
Ben şöyle biraz düşündüm:
İhtar: Birazdan misaller vereceğim. Bazen bir konu hakkında konuşurken misallere o kadar fazla takınılıyor ki hakikatin ne olduğu ikinci planda kalıyor. Bu sebeple vereceğim misallerin sadece hakikati anlamada bir pencere olduğu gerçeğini unutmamanızı ve verdiğim misaldeki ağacı kainatın tamamı, Güneş’i de kainatın tamamı olarak düşünmenizi ve kainatın tamamının birbiri arasındaki ilişkiyi çözmek için bunları seçtiğime dikkat etmenizi rica ediyorum.
Güneş ve ağacı bir düşünelim ve bütün fen ve ilmin getirdiklerini ve ortaya koydukları her şeyi unutalım. Tevhid inancına sahip biri olarak diyelim ki bu Güneş ile ağacı aynı Zat yaratmıştır ki o ilim, irade ve kudret gibi çok isim ve sıfatlara sahiptir. Sonra soruyorum kendime: Nereden biliyorsun o zatın ilim sahibi olduğunu? Önemli noktayı kaçırmayalım bilim ve söyledikleri yok.
Ya işte gözlemleyebiliyorum, belli zamanlarda çiçek açıyor bu ağaç, o da sürekli güneşli olan, sıcak olan zamanlar ve bu sebeple aralarında bir ilişki olmalı, bunları ancak aynı kişi yaratmış olabilir.
Hımm, bana Allah’ın vahdaniyeti ve Alim olması noktasında çok ta tatmin edici bir cevap olarak gelmedi.
Sonra şu unuttuğumuz bilimin getirilerinden fotosentez dedikleri çıktıyı bir hatırlayalım. Bir dakika iş farklı bir renk aldı, aslında Güneş ile ağacın yaprağı arasında o kadar müdakkikane, alimane ve o kadar ince ayar isteyen bir şey var ki bunu ne yaprak düşünebilir ne Güneş ne de ben. O zaman bu yaprak ile Güneşi yaratan aynı Zattır bu bir ve bu Zat en başta Alim, Hakim, Mukaddir vb. gibi çok isim ve sıfatlara sahip olması gerektir.
Dur biraz daha kafa karıştıracak bir hüküm cümlesi söyleyeyim: Bana göre bilimi tamamen red ederek kâinata Allah hesabına baktığını söyleyen kişiler, Vahdetü’l-vücud meşrebindeki kişilerin düştüğü durumun benzerini yaşıyorlar.
Hop öyle hüküm söyleyip gitmek yok diyeceksiniz tabii. Her hüküm cümlesinin bir sebebi olması gerek. O da yukarıda verdiğim misal.
Nasıl ki Vahdetü’l-vücud meşrebindeki kişiler eşyanın vücudunu hayal görerek Allah’ın Hallak, Malik, Sani gibi isimlerinde problem yaşıyorlar, bu şekilde düşünen kişiler de Allah’ın Alim, Hakim, Mukaddir gibi isimlerinde benzeri sıkıntı yaşayabilirler.
Ya Serhad sen öyle diyorsun da biz bir sıkıntı hissetmiyoruz?
Ama şimdi benim yukarıda tamamını unutun dediğim bilimin çıktılarının birçoğu artık çocukluktan itibaren öğrenilen o kadar basit şeyler ki düşünürken onların hiçbirini hatıra getirmeden olayları analiz etmek çok zor ve bu sebeple onların eksikliğinde karşılaşılacak problemlere karşı çocukluktan bir bağışıklığımız var.
Peki ben çok konuştum artık. Risale-i Nur külliyatını dinleme vakti. Bakalım o ne diyecek ama ondan önce onun ne dediğini anlayabilmek için bir misal daha vereceğim. Oradan olaya bağlayacağım azcık daha sabır.
Şimdi bir sesi düşünelim: Sesin nasıl yayıldığını bilmediğimiz zamanlara gidelim. Öyle düşündüğünüz kadar uzak bir zaman değil ama makale yazmadığım için bilimsel veri olaylarına falan girmiyorum. Merak edenler ne zaman bulunmuş bakabilirler.
Tamam, o zaman gittik konuşuyoruz; ben konuşuyorum sen duyuyorsun, sen konuşuyorsun ben duyuyorum. Çok acayip Allah’ın kudretine vermekten başka çaremiz yok zaten. O yüzden o zamanlar zaten bu sebepten dolayı dinden ayrılan çok az. Bu iddiamı Risale-i Nur metinleriyle ispat edebilirim ama dediğim gibi sadece sohbet ediyoruz, oralar sizin işiniz.
Sonra biri çıkıp diyor ki: Sesin dalga özelliği var, havada zerrelerden oluşuyor ve ses de bu zerrelerin titreşimi vasıtasıyla yayılıyor. Haydi n’olcak şimdi. İki görüş ortaya çıkacak. Hemen dersiniz ama üç görüş ortaya çıkarıcam ben.
İlki daha sonra adına skolastik falan da dedikleri bir düşünce. Hayır ses o şekilde yayılamaz, sesin o şekilde yayıldığını söylemek dinden çıkmana sebep olur.
Allah Allah adam da çok emin sesin öyle yayıldığına. Bir de ikinci bir görüş var ki çok tehlikeli. Yüzyıllardır bu anı bekliyordu. Allah’ı inkâr edecek -zahiren de olsa- yerini doldurabilecek ve insanları kandırabileceği bir kavram arıyordu ki buluyor ve diyor ki: İşte ses kendi kendine sebepler vasıtasıyla yayılan bir şeydi ve -haşa- Allah diye bir şey yoktur. Tövbe tövbe.
E bu sesin nasıl yayıldığını bulan garibim de n’apsın biri dışladı bir kucak açtı hop bu ikinci düşünceye koşuyor.
Şimdi burada fen ve ilimden kaynaklanan dalaletin sayısının artmasının suçlusu kim? Vallahi suçluyu bulmak sizin işiniz ama bir tane masum tanıyorum ben burada, o da sadece sesin nasıl yayıldığını söyleyen garibim.
Buradaki ses misalini artık diğer gelişmeler içinde düşünmemiz gereğini bildiğimizden bir daha kocaman ihtar yazmıyorum.
Hop hop n’oldu bizim üçüncü derseniz, aslında iki saattir anlatmaya çalıştığımız şeydir üçüncü görüş:
Sonra bu iki görüş birbirlerini yerken birden biri çıkıyor ve Hüve Nüktesi diye bir risale yazıyor. Aman Allah’ım o nedir? Sesin o zerreler vasıtasıyla iletilmesi hakikatinden o nasıl bir marifetullah ve esma talimidir? Vahdetü’l-vücudçuların koca kainatta bulamadıkları Allah’ı o nasıl bir avuç havada bulmaktır.
İşte “tecdid” diye buna denir. Yaşadığı çağın en büyük sorununu bir iki sayfada çözüyor. Nasıl çözüyor? Bizim masuma: Evet ses o zerreler vasıtasıyla iletilmekte lakin biraz daha derinden bak. Senin zaten en sevdiğin şeydir bir şeyler üzerine düşünmek. Bak bak görüyor musun o zerrelerin o kadar dili bilme imkanı var mı? O kadar alimane, hakimane bir vazifeyi kendi başlarına görebilme imkanı var mı? O zaman sen o ikinci deyyusu boş ver, birincinin de cahilliğine ver ve gel hakikati gör. Her zerrenin nasıl da Alim, Hakim, Kadir… dediklerini işit.
Evet aynı şeyi Bediüzzaman Risale-i Nur’unun çok yerlerinde yapıyor. Mesela Ayetü’l-kübra baştan başa bu şekilde…
Neyse bundan sonrası ev ödevi olsun. Umarım başınızı şişirmemişimdir. Ben yazarken çok zevk aldım, ara arada gelip okuyacağım. Sizleri de elinizde çay olmak şartıyla sohbetime beklerim 🙂
- Gelin biraz din-bilim hakkında sohbet edelim? - 1 Mart 2017
- ƒ(acz, fakr, şefkat, tefekkür) - 14 Ocak 2016
- Tedvir ediyor kainat… - 25 Ağustos 2015