“İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.” Zaman içerisinde bağlı olduğu bilimlerden ayrılıp bağımsızlaşan her bilim, kendine has bir yöntem ve teknik geliştirmiştir. O yöntem ve teknik ile meseleleri ele almaktadır. Aslında, yöntemi ve tekniği olmayan bir disipline bilim denmemektedir ve felsefi bir bilgi olarak kalmaktadır. Onun için bilimlerin bağımsız birer disiplin olabilmeleri için yöntem ve teknikleri olmazsa olmazlarıdır.
Modernleşme ile birlikte hayata ve kâinata ilişkin bilgilerde değişme meydana gelmiştir. Modern kelimesinin felsefi anlamda kökenine baktığımızda düşünce ve bilgi ile alakalıdır. Düşünce ve bilgi temelli bir yeniliğe gönderme yapmaktadır. Eskiden bilginin kökeni tek iken, modern dönemde ve modern bilimlerde bilgiler arası bir ayrışma yaşandı: din bilgisi, felsefe bilgisi, sanat bilgisi, metafizik bilgi, siyaset bilgisi gibi. Bir de bu bilgiler arasında üstünlük tartışmasına başlandı ve bilginin kökeni parçalandı.
Bilgi türlerini; gayeleri, yöntemleri, doğrulama biçimi, dünya görüşü ve bilgisi bakımından karşılaştırma yoluna gidildi. Bunun neticesinde bilimsel bilgi verdiği sonuçları itibari ile en geçerli ve güvenilir bilgi kabul edildi. Felsefe, din ve sanat bilgisi düşünce dünyasından olmasa bile pratik hayattan dışlandı. İnsanlara pratik hayatta en fazla lazım olan bilimsel bilgi idi. Zira bilimsel bilgi teknolojik gelişme ve sanayileşmenin temeli olarak “ilerleme ülküsüne” hizmet ediyordu. 17.yy insanı’nın ilerlemeden anladığı; “bilim, yeni şeyler keşfedip, icat ettikçe hayatın daha çok kolaylaşacağı idi.” Mana-yı muhalifi ile felsefe ve din karın doyurmuyordu!
Bütün bunlarla beraber; her bilimsel disiplinin bir sınırı var ve bir çerçeve sunuluyor, onunla iştigal eden insanlara. Bu sınır ve çerçeveler ile zihinler disiplin altına alınmaya çalışılmakta, aynı şekilde işleyen ve çalışan bir epistemik (bilim) cemaat oluşturulmaktadır. Epistemik cemaatin kendine has bir dili var, bunun dışına çıkarsan yaptıkların bilgi olarak kabul edilip değer görmüyor. Tek bir disipline sıkışıp kalabiliyoruz. Katı bir disiplincilik ve egemen bir paradigma var. Sürekli olarak sorunlar, ihtiyaçlar değişiyor, ortaya atılan teoriler çöküyor; ama her bilim, bildiği yöntemle meseleyi açıklamaya, yorumlamaya devam ediyor.
Bediüzzaman’ın; “Fen ilimleri ile din ilimlerinin mezc edilip beraber okutulmasını teklif etmesi” modernleşmenin katı disiplincilik ve bilginin kökenini ayırıp, parçalayan düşünce ve bilgi sistemine itirazdır bir anlamda. Zira devamında; “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Diyerek içinde bulunulan durumu hem tespit etmekte, hem de neticelerini haber vermektedir.
Hakikatin, doğrunun ve gerçek bilginin ortaya çıkabilmesi için hür düşünce ve tefekkür birinci planda gelir. Avrupa’ya bakarsak tarihsel süreç içinde, Rönesans ve Reform hareketleriyle; ortaçağ boyunca devam eden kilise baskısından kurtularak her şeyi kilisenin din anlayışıyla açıklama ve anlatma zorunluluğundan kurtularak, rasyonel düşünceye kavuştu. Bu sefer de rasyonel düşünce ve katı disiplinci yaklaşımlar insanların hür düşüncesini elinden aldı. “Nietzsche’nin deyimiyle Ortaçağ’daki kilisenin yerine, bilim oturtuldu.”
“Nasrettin hoca bir gün; leyleği ayağının arasına sıkıştırmış; gagasını ve ayağını makasla kesmeye çalışıyormuş. Ne yapıyorsun demişler? Kuşa benzetmeye çalışıyorum, çünkü bu kuşa benzemiyor.” Bizim elimize tutuşturulan bilimsel çerçeveler ve yaklaşımlar da, adeta bir makas gibi, o çerçeve ve yaklaşıma uymayan hakikatlerin elini, ayağını budayarak kuşa çevirmeye çalışıyoruz. Sonra elimizde ne leylek kalıyor, ne kuş… Ne gerçek kalıyor, ne de hakikat…
- Anlamak - 7 Ocak 2022
- Dağılmak - 13 Temmuz 2021
- Cevapsız kalan sorular… - 21 Haziran 2021