Hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iye…

Hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iye…

“His, duygu” kelimelerinin çoğulu olan “hissiyat” ve “aşağı/alçak” kelimesinin karşılığı olan “süfli” kelimelerinden oluşmuş olan başlıktaki ilk terkip “aşağı/alçak hisler, duygular” anlamına gelmektedir. Dünya kelimesinin kökünün “deni (aşağı/alçak)” olduğundan hareketle de uhrevi olmayan hisler, dünyevi hisler şeklinde de tercüme edilebilir.

Başlığın ikinci tamlamasına gelince… Menâfi kelimesi “ortak bütçe” şeklinde zihnime işlenmişti. Zira üniversitedeyken kaldığımız evde arkadaşlarla birlikte oluşturduğumuz bütçenin adıydı menâfi. “Cebinden harca. menâfiden alırsın sonra”, “menâfide para kalmamış beyler”, “menâfinin durumu nedir, ne kadar içerdeyiz” gibi cümleler içinde çokça duyar olmuştuk bu kelimeyi. Başlıktaki hâliyle okuduğum bir kitapta ilk kez görünce bunun “sadece paradan ibaret bir şey” olmadığını anladım. Geçtiği bağlama bakılırsa gayet şümullü bir anlamı vardı. Hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iye aynı bağlamda beraber kullanılmışlardı.

“Yarar, fayda” kelimelerinin çoğulu olan “menâfi”, nef’ (yarar/fayda) sözcüğünden türemiş Arapça kökenli bir kelimedir. Yazımıza başlık olan “menâfi-i cüz’iye” tamlaması ise “küçük menfaatler”, diğer bir ifadeyle “küçük çıkarlar” anlamına geliyor.

Bu yazımda, bu iki terkibi kitapta okuduğum bağlam içerisinde ele almak istiyorum. Öncelikle içinde bu terkiplerin geçtiği mezkûr kısmı aşağıya derc edelim:

…Elbette herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz. velateşteru âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyakârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

Yukarıdaki kısımdan da anlaşıldığı gibi ihlası kazanmanın ön koşullarından ikisi hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyeden gereğince uzak durabilmektir ki bunlar zaten saadeti-i ebediye zararınadır; manasız, lüzumsuzdur; zararlı, kederlidir; hodfuruşâne, sakîl, riyâkârânedir. Peki hisler ne zaman süfli olur? Menafi-i cüz’iyenin ölçüsü nedir?

Allah insanları ve cinleri ancak kendisine ibadet etsinler diye yarattığını Kur’an-ı Kerim’inde bildirmiştir. İnsanların ve cinlerin asıl vazifesi Allah’ı tanımak ve O’nun emirleri çerçevesinde hareket etmektir. Bu noktada emirler ve nehiyler vardır. Emirler mutlak surette yapılması gerekenler, nehiyler ise mutlak surette yapmaktan kaçınılması gereken şeylerdir. Bunların arasından hissiyat-ı süfliye ve menafi-i cüz’iyeye temas edenleri bir kenara bırakacağım; çünkü zaten onlar işlenmekle gayrimeşru yola sapılmış olur. Dolayısıyla ihlastan söz etmek mümkün değildir ki onlar ihlası kırsın ya da bozsun. Ancak onlardan başka insanların yapmaya kabiliyetli oldukları şeyler de vardır. Bu tarz şeyler insanın iradesine bırakılmıştır. Mesela mübah kılınan şeyler bunlar arasındadır. İnsan bunları yaparken hareketlerini birtakım hikmetler üzerine bina eder. Tam da bu noktada devreye insanın dünyaya gönderilişindeki temel sebebe hizmet eden bir irade geliştirmesi ve ona dünyanın imtihan yeri olması hasebiyle sunulan nimetler ve lezzetlerden duyduğu hazza hizmet eden bir irade geliştirmesi arasında yaptığı tercihler girer.

Bediüzzaman Said Nursi insana temel anlamda üç kuvvenin verildiğini ifade etmektedir. Bunları kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye şeklinde sıralamıştır. Bu kuvvelerden özellikle son ikisi psikoloji alanında da ele alınmıştır. Psikoloji bilimi kuvve-i şeheviye sebebiyle insanın, organizmasına haz veren, onu tatmin eden şeylere yöneldiğini; kuvve-i gadabiye sebebiyle de insanın kendisine zarar verecek her türlü şeyden uzak durduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla insan hoşuna gidecek her şeye yönelmek, kendine zarar verecek her şeyden de uzak kalmak durumundadır. Ancak bu noktada devreye giren din hangi hazlara yönelmekte serbest olduğumuza ve organizmanın hoşuna gitmeyecek olan hangi şeylerden uzak durmamız gerektiğine dair bir çerçeve çizer. İşte bu çerçeve yukarıda da bahsettiğimiz emir ve nehiy çerçevesidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bütün her şeyin ya emir ya da nehiy olmamasıdır. Birtakım şeylerin bu çerçevenin dışında kalmasıdır.

İşte yukarıdaki iki paragrafta da beyan ettiğimiz dışarıda kalan bu fiiller insan tarafından işleneceği zaman ya Allah’ın emirlerine yakın olan, O’nun rızasını gözeten bir edayla ya da insanın kendisini tatmin eden, organizmasının yararını gözeten bir edayla meydana getirilecektir. Hissiyat-ı süfliye ve menafi-i cüz’iye tam da bu esnada tartışılması gereken kavramlardır. Fiili yapan, süfli hislerini tatmin etmek için mi yapıyor, yoksa Allah’ın rızasını kazanmak yolunda mı bu fiili işliyor? İcraat sahibi Yaratıcısının rızasını mı gözetiyor, yoksa cüz’i menfaatlere erişebilmek adına mı harekete geçiyor?

Burada menafi-i cüz’iyeye özel bir parantez açmak istiyorum. Çünkü hissiyat-ı süfliye uhrevi olmayan, dünyevi olarak veya dünyevi hazlar mukayesesiyle tadılan hazlar olarak ifade edilebilir. Ancak menafi-i cüz’iye tanımında izafi bir durum söz konusudur. Küçük menfaat ne demek, neye göre bir menfaat küçük ya da büyük olur, bu bir soru işaretidir. Şüphesiz ilk akla gelen organizmanın veri faaliyetten aldığı hazzın –dünyevi bir mikyasla- büyüklüğüdür. Ancak biraz tefekkür edilecek olursa bunun böyle olmadığı anlaşılacaktır. Zira dünyanın bin sene mesudane hayatı Cennetin bir saatine, Cennetin bin sene mesudane hayatı da rü’yet-i cemalullahın bir saatine denk değildir. Bu manada fani dünya hayatının zevkleri, hazları faydaları bir bütün olarak ancak bir menafi-i cüz’iye olabilir.

Netice olarak söylenecek olan şudur: İster dünyevi bir işi yerine getirmek olsun, ister uhrevi hizmetleri ifa etmek olsun, insanın iradesine bırakılan bütün amellerde Allah’ın rızası öncelenmelidir. Nitekim kimileri için pek küçük bir menfaat, pek cüz’i bir nefsani haz hissiyat-i süfliyeye, menafi-i cüz’iye ise; kimileri için hatırı sayılır bir zenginlik, kimileri için yüksek bir rütbe aynı işlevi görür. Dünyevi kıyasla küçük veya büyük olmaları onların hissiyat-ı süfliye veya menafi-i cüz’iye olmaları hakikatini değiştirmez. İhlası kazanmanın en önemli yollarından biri de bu manada bir hataya düşmemekten geçer.

Faruk Erdem
Latest posts by Faruk Erdem (see all)
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.