İki siyer üslubu ve yenik düşen anlatımımız

İki siyer üslubu ve yenik düşen anlatımımız

ÜSLUP TERCİHİ mi yoksa uyarlama mı demeliyiz? Bir yazarın bir eserinin iki farklı versiyonu üzerinden siyer, sahabe hayatı gibi tevatüre dayanan yazımlardan başlayıp; menkıbelerin, ehl-i tarîk seyr-i süluklarının nispeten kurgusal anlatımına yönelen ama oralarda kalan; güncel bir karakterin hepimizin hayatına değinen, zamanın hızlı akışı içinde kimi vakit es geçtiğimiz kimi vakit hissedemeyeceğimiz ufak esintilerden ibaret ve Risale-i Nur müellifinin hadisatın tazyikleri ifadesiyle, her ferde göre ayrı bir yumak hâlinde, ama her yumakta da birbirlerininkinden izler taşıyan ve bana göre asrın idraki dediğimiz eşyayı, insanı, kâinatı tefsir eden canlı muhayyilenin oluşumuna etki eden, hayat olaylarının içinde biriken bir yazıma dönüşemeyen anlatı sanatımıza dair birkaç eleştiri getirmek istiyorum.

Bahsettiğim yazar Salih Suruç ve siyeri de çoğumuzun bir şekilde tanıdık olduğu Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı isimli eser (birinci versiyon olarak anılacak). Üç farklı yayınevinde karşımıza çıkan siyerin her basımının başlığında “Uluslararası Siyer Ödülü” ibaresini görüyoruz. Yayın politikaları elbette üslup değişiminde rol almıştır ancak ben kitabın doğrudan okuyucusu nazarıyla yalnız metne eleştirel bir yorumla bakarak şu soruyu soruyorum: Hangi basım, hangi üslup, hangi uyarlama siyer ödülünün sahibi?

Kısaca iki metnin ön sözleriyle ilk bölümünü karşılaştırdıktan sonra başlığın ikinci kısmına geçeceğim. Yeni Asya ve Nesil Yayınları’ndan çıkan söz konusu siyer kitabı 1986’da Pakistan’da düzenlenen yarışmada Türkçe dalında birincilik ödülü kazanmıştır. Bu nüshalardaki yazarın ön sözü 1981 tarihli olduğundan kitabın 1980’lerin başlarında yazıldığını düşünebiliriz. Timaş Yayınları’ndan çıkan diğer versiyon olan Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in Hayatı (ikinci versiyon olarak anılacak) farklı bir tarzda adeta yeniden yazım bir uyarlama niteliğini haiz olarak 2005 tarihli ön sözle karşımıza çıkmaktadır. Öyle ise iki versiyon arasında yaklaşık yirmi beş yıllık süre geçtiğini kabul etmek gerekir ki bu süre bir veya birkaç edebi akımın ağırlık kazanmasına fazlasıyla yeterlidir. Her ne kadar ikinci versiyonda farklı isim tercih edilmişse de bölüm dizimi ve başlıklarıyla anlatılan hadiseler incelendiğinde aynı metin altyapısına inşa edildiği görülecektir. Yeni Asya ve Nesil baskılarının ön sözünde yüzeysel bakışla dahi cümlelerin Risale-i Nur’dan esinlenerek kurulduğu, Timaş baskısında ise bu ilham kaynağının izlerinin bertaraf edildiği görülmektedir. Aşağıda iki ön sözün açılış cümlelerini verirken bu yazının eleştiri noktasının da aynı cümleler içinde fakat farklı bir yönden bulunduğunu söyleyeyim:

Birinci Versiyonun Ön Sözünden: Yeryüzünde gelip geçmiş insanların en mümtaz ve müstesna fertleri, Hz. Âdem’le (a.s) başlayan peygamberler silsilesidir. Bu silsilenin en büyük ve en mükemmel halkasını da, hiç şüphe yok ki, Son Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m) teşkil eder.

İkinci Versiyonun Ön Sözünden: Dünyanın en çorak ve en tenha topraklarında, üstünde nice insan emeğinin toplandığı esrarlı şehir Mekke’de gözlerini açtı. Tebessüm etti o an; güller açtı renk renk, dünyanın dört bir yanına güzel kokular yayarak. Kokuyu alan haykırdı: “Onun kokusu bu! Doğdu demek!”

Bu iki ön sözü okuduğumda yazarın üslup tercihine etki eden iki önemli faktör dikkatimi çekti. Bunlardan ilki yirmi beş yıllık zaman seylinin, okuyucu nezdinde anlatı sanatında aranılan unsurları değiştirmesi, çoğalan –yığınlar hâlinde çoğalan– her türlü bilgi içinde, okur tiplerine göre farklı saiklerle olsa da hikâyesel anlatımın tercihini netice verdirmesi olduğu kanısındayım. Türk Edebiyatı’nın muhafazakâr yazarları yüz yılı aşkın süredir, uzun olay örgüsünün anlatıldığı edebi tür olan romana karşı ciddi bir mücadele vermiş ve şahit olduğum kadarıyla son yirmi yılda da bu mücadele devam etmektedir. Çatışmanın dinamikleri başka yazılarda tahlil edilebilir, fakat burada başlıkla sınırlı kalarak, gelinen noktadaki hâl tercümemize kitaptan bir örnek ile değinmek istiyorum.

Kitabın ilk bölümlerinde Abdulmuttalib’in zemzem kuyusunu bulma hikâyesine yer verilirken ikinci versiyonda seçilen kurgusal üslup yoğun bir şekilde devreye giriyor, ağırlığını sırtımıza yüklüyor adeta.

İkinci Versiyondan: Neresiydi ve nasıl kazılacaktı? Ayağa kalktı. Ağır adımlarla evine doğru yürüdü. Eşi Fatıma Hatun onu kapıda karşıladı… Fatıma Hatun “Halinde bir gariplik var” diye söylendi içinden. Ardından “Sizi üzen bir şey mi oldu efendim” diye sordu. Abdulmuttalip aniden irkildi… Her zamanki tatlı gülüşüyle “Yok bir şey sevgili Fatıma’m” dedi. “Sadece biraz yorgunum o kadar!”

İlk versiyondaki duru anlatımın yerini burada hikâyeleştirilmeye çalışılan bir tavır almış; 1980’de ortada görünmezken 2000’lerde Abdulmuttalib’in eşi hikâyeye dâhil olmuş ve kocasının “Fatıma’m” hitabıyla okura tanıtılmış. Yazarın mergup hikâyecilikle, alışık olduğu duru siyercilik arasında kaldığı değerlendirmesinde bulunmak için örnekleri artırmaya lüzum görmüyorum. Roman yazma hayaline sahip biri olarak bu tutumu eleştiremem. Ancak okur vasfıyla, muhafazakâr saikler güden romancının benzer gayeler taşımayan hatta aksi amaçla yazan romancıya karşı hâlihazırda yenik vaziyette olduğunu görüyorum. Bu bize reva mı idi? Romanlara hele Risale-i Nur temalı hikâyelere hâlâ “Sıcak bir yaz günüydü” diye mi başlayacağız? Peygamberin yağmurlu bir günü anlatılırken “Camda bir şey çarpmış gibi ani bir ses, ardından sanki yukarıdaki bir pencereden kum atılıyormuş gibi gevşek, hafif bir dökülme sesi duyulur, sonra dökülme sesi yayılır, düzeni bir ritim kazanır, akışkan, titreşimli, melodik, gür ve evrensel bir hâl alırdı: Yağmurdu bu”[1] denilse fena mı? Böylece ayetlerle anlatılan siyer, kâinat tasviriyle de şenlense, üç büyük maarif birden konuşsalar fena mı? Hayalci, kurgusal bir zihin taşıyorsam ve harikulade tasvirlerle bezenmiş Risale-i Nur’u okumuşsam, anlatılarda daha azına göz yumamam.

Üslup tercihine etki ettiğini düşündüğüm ikinci faktörse asrın ediplerine mağlubiyete karşı, kaba kuvvetle üste çıkmaya kalkışmamızdan ileri geliyor. Bunu yaşadığım bir vakıa ile açayım. Yıllar evvel İstanbul’a yeni geldiğim zamanlarda yazdığım yazıyı bir dergiye gönderdiğimde yayınlanmaya layık görüldü ve o sayıda çıktı. Beş yıl sonra kendimce ilerleyen üslubumla yazdığım yazıları, farklı dergilere göndersem de, aldığım cevap “Çalışmalarınızın devamını bekliyoruz, okumaya, yazmaya devam” şeklinde oldu ancak yazım yayımlanmadı. İlk denemede yazısını yayımlatabilmiş biri olmaktansa, defalarca uğraşa rağmen yayımlanmayan biri olmayı yeğliyorum. Dergiler arasındaki fark şuydu ki, biri yukarıda kaba kuvvet diye tabir ettiğim hissiyatın tesiri altında hareket eden, diğerleri ise edebi yüksekliği tercih eden dergilerdi. Sorum şöyle: Acaba denemeleri, hikâyeleri, romanları geniş bir elekten geçirip, yeter ki harp meydanında biz de süngüleri çekelim benzeri, kaba kuvvetle yayımlamak mı iyi olur; dar eleklerden, dakik nazarlardan süzerek mi?

Sonuç olarak muhafazakâr romancılığın mevcut yenik durumuna dikkat çekmek, bu alanın göz ardı edilmemesi gereken, nazik bir manevra meydanı oluşuna vurgu yapmak istedim. Bu arada Siyer Ödülü’nü hak eden Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı isimli eseri defalarca okumak heyecanını taşıyorken Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in Hayatı isimli kitabı başarısız bir anlatı olarak görüyorum.

Bir noktaya açıklık getirmek gerekirse tasvirci yaklaşımda iki durum söz konusu. Biri kâinat üzerinden yapılan tasvir ki bunu Risale-i Nur’da yoğun şekilde görüyoruz. İkincisi ise şahıs merkezli tasvir. Bunda ise Bediüzzaman ve talebelerinin biyografilerinin fazlaca yazılıp çizilmesine rağmen Bediüzzaman’ın veciz temsillerle uçlarını gösterdiği elliye yakın karakteri öylece bıraktığımızı zannediyorum. Yani şahıs tasvirlerini zaten kurgu olan temsillere dayanarak yapabiliriz.

________________________________________________

[1] Marcel Proust, Swan’ların Tarafı, YKY, s. 104.

Arif Semih Sulubulut
Latest posts by Arif Semih Sulubulut (see all)
Share

One thought on “İki siyer üslubu ve yenik düşen anlatımımız

  1. yazını okurken aklıma mektubat’ta yer alan şu cümle düştü:

    “Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye, hayattar ve sevaptar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak –bir derece– görünür fakat ciltten cüda olmuş bir meyve gibi o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalp ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider; nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…”

    bu sebeple “tabirat-ı nebeviye ve ilahiye”yi muhafaza eden eserlere yoğunlaşmaya ve onlardan hem içerik hem de üslup yönüyle beslenerek fikir üretenlere ihtiyaç var.

    güncel yaşam ise insana zahiren parlak ama aslında geçici anlatımları dayatıyor. moda dediğimiz şeyin karakteri de bu değil mi? eskiden büyük fikrî dönüşümler için birkaç asır gerekebiliyorken bugün birkaç sene kâfi. artık yetmişler, seksenler, doksanlar diyerek on senelik periyotlar üzerinden fikir/edebiyat akımları incelenir oldu. bu trend sellerine (gerçek hayattan da kopmadan) direnebilenler, inşallah uzun vadede kazanacaklar . diyeceğim o ki risale-i nur’un içeriğine olduğu gibi üslûbî vechesine de yoğunlaşılması çok önemli. Allah razı olsun bu dertle dertlendiğin için..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.