HİÇBİR MÜFSİT ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.
Münazarat
Bazı çevrelerde dolaşan silik sözlerin ve bir kısım zatların inançsızlıklarına getirdikleri dayanakların ve suallerin sebebi genelde iki meseleyi bilmemelerinden kaynaklanmaktadır.
- Yaratılış amaçlarını bilmemeleri
- Kader meselesinde yanılmaları
İlk meseleyi genel hatlarıyla ele alacak olursam, onların bu konulardaki bilgisizliği şu suallere kapı açmıştır: Allah madem her şeyi biliyor o halde cennet ve cehenneme gidip gitmeyeceğimi de biliyor olmalıdır. Öyleyse neden dünyayı yarattı? Cennete gidecekleri doğrudan cennete, cehenneme gidecekleri de doğrudan cehenneme koysaydı olmaz mıydı?
Bu sorunun sorulmasının arkasında yatan sebep ilk şıkkımızla uyuşuyor. Çünkü onlar bu dünyaya gönderiliş amaçlarının sadece cennete veya cehenneme gitmek olduğunu düşündükleri ve yaratılışlarına sadece bu nazarla baktıklarından aldanmaktadır. Halbuki insanın da, kainatın da yaratılış amacı sadece bununla sınırlı değildir.
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
Zariyat 51/56.
Bu ayetin de apaçık bir tarzda beyan ettiği gibi insanın yaratılış vazifesi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek isteyen yaratıcısına iman etmek ve O’nu yarattığı şeylerin aynalarında tecelli eden isimleriyle tanımaktır. Yani Kur’an-ı Hakîm’in ilk emri olan “oku”manın gereğini yerine getirmektir. Evet aynen kainatı okumaktan bahsediyorum. Bu okuyuş ve mütalaa neticesinde hayret duymak ve onun neticesinde de secde etmektir. Ve yine Cenab-ı Hak bir kudsi hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:
Ben gizli bir hazine idim bilinmek ve tanınmak için varlıkları yarattım.
Cenab-ı Hak bizi yaratmasaydı ve bu dünyaya göndermeseydi, bir Allah’ın varlığını, bizim ihtiyaçlarımızı karşıladığını, hayat verenin O olduğunu, nizam ve intizam ile yaratışını ve aciz olan mevcudatın ihtiyacını her an karşıladığını nasıl bilebilirdik! Zaten bunun bilinmesi, görülmesi, tefekkür edilmesi ve ilim, irade, kudret gibi sıfatları haiz bir zatın bu derece mükemmel işleri yapabilmesi gibi mana ve hakikatleri ancak şuur sahipleri ve özellikle insan düşünebilir.
İlk şıkkı özetleyecek olursam; insan bu dünyaya sadece cennet veya cehenneme gitmek için gelmemiştir ki doğrudan cennete veya cehenneme alınsın. Az önce de saydığımız gibi daha binlerce hikmet insanın yaratılışında gizlidir.
İkinci şıkka gelecek olursam; bu şık zaten az önceki suali de içine almakta ve birinci sualin anlaşılabilmesi için bunun da bilinmesine ihtiyaç duyulmaktadır. İkinci şık olan kader meselesinin bu yazımda değineceğim kısmı “ilmin maluma tabi oluşu” hakikatidir. Bu meseleye geçmeden şunu hatırlatmak isterim: Cenab-ı Hak ilmi ile bütün zamanları (mazi, hal ve müstakbeli) aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımız da O’nun bütün zamanları kuşatan ilminde mevcuttur.
Bu hatırlatmadan sonra önce gelen itirazlara bir göz atalım ve bu insanların yanıldıkları noktaları izah edelim. Çünkü bu mesele anlaşıldığında çözülmez bir muamma zannedilen kader bahsinin ne kadar anlaşılır olduğu ve içinde cevaplanamaz hiçbir şey bulunmadığını görebileceğiz.
Sualleri şu: Allah günah işleyeceğimizi yazmışsa, benim suçum ne? Veya Allah yazdığı için ben mecburen bu günahları işledim, bu konuda benim suçum ne?
Bu suali cevaplamak için önce “ilim” ve “malum” kavramlarını inceleyelim: İlim, bir şeyin zihindeki halidir. Malum ise o şeyin gerçekteki halidir. Buna göre “İlim maluma tabidir” kaidesini Mehmet Kırkıncı şöyle açıklamıştır:
İnsanlar ihtiyari fiilleri nasıl işleyeceklerse, Cenab-ı Hak ezelde öylece bilmiş ve takdir etmiştir. Yoksa yüce Allah öyle bildiği için insanlar fiillerini o tarzda işlemiş değillerdir.
Mehmed Kırkıncı, Kader Nedir?, s. 31.
Birkaç örnekle bu meseleyi iyice anlamaya çalışalım:
Mesela bir portakalı ele alalım. Portakalın zihindeki şekli ilimdir, malum ise portakalın kendisidir. Acaba ben yuvarlak bildiğim için mi portakal böyle. Yoksa portakal yuvarlak olduğu için mi ben onu öyle biliyorum. Yani benim ilmim malum olan portakalın şekline mi bağlı yoksa malum olan portakal ilim olan benim bilgime mi bağlı? Eğer malum ilme tabi olsaydı ben portakalı karpuz gibi bildiğimde portakalın karpuza dönüşmesi gerekirdi. Böyle bir şey mümkün mü; elbette hayır. Çünkü malum olan portakalın şekli ilmime bağlı değil. Portakal bu şekilde olduğu için ben öyle bilirim yoksa tam tersi bir vaziyet mümkün değildir. O halde ilim (portakalın zihnimdeki şekli) maluma (portakalın gerçek haline) tabidir.
Veya yüksek bir tepede oturduğumuzu farz edelim ve hemen aşağımızda da bir tren yolu olsun. Tren yolunun kavisli olduğu bir yerde oturuyor olalım. Yukarıda olduğumuzdan yolun kavisli kısmının hem sağını hem de solunu görebiliriz. Bir bakıyoruz ki aynı ray üzerinde karşılıklı birbirine doğru ilerleyen iki tren görünüyor. Onların iki dakika sonra çarpışacaklarını görüyor ve defterimize yazıyoruz. Ve trenler tam da iki dakika sonra çarpışıyor. Kazadan kurtulan makinistlerin yanına gidiyoruz ve diyoruz ki:
— Bakın bu benim defterim. Ben sizin kaza yapacağınızı iki dakika önce gördüm, anladım ve defterime kaydettim.
Makinistler de bize dese ki:
— Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın biz çarpışmazdık. Sen defterine yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın asıl sebebisin ve suçlususun.
Böyle bir suçlama kabul edilemez değil mi! Çünkü biz yazdığımız için kaza olmadı bilakis kaza olacağını gördüğümüz için defterimize yazdık. İşte aynen bunun gibi Cenab-ı Hak da ezeli olan ilmiyle bizim neler yapacağımızı önceden biliyor ve ezeli kayıt levhalarına yazmıştır. Nasıl örnekteki makinistler iki dakika sonra kaza yapacaklarını yazdığımız için bizi kazadan mesul tutamıyorsa, insanlar da işledikleri günahlar ve yaptıkları kötülükler sebebiyle Allah’ı mesul tutamaz. Çünkü ilmin maluma tabi olması söz konusudur. Yani Allah’ın ezeli kayıt levhalarına yazmasını ifade eden ilim, bizim yaptığımız fiillere yani maluma tabidir. Başka bir ifadeyle biz o fiilleri yapacağımız için Cenab-ı Hak yazmıştır. Yoksa Cenab-ı Hak yazdığı için biz yapmadık. Eğer tam tersi geçerli olsaydı yani eğer kaza deftere yazdığımız için olsaydı, trenlerin çarpışmamasını yazdığımızda (aynı rayda karşılıklı ilerlemelerine rağmen) çarpışmanın gerçekleşmemesi gerekirdi ki bu gerçekle örtüşen bir durum değildir. Bu örnekten hareketle malum ilme tabi olsaydı kişinin ilmine göre bazen olması gereken bir şey olmaz ya da olmaması gereken bir şey ise gerçekleşebilirdi. Bir adam bugün hiç kaza olmayacağını iddia ederdi ve bütün kazaları önlemiş olurdu. Bu sorunlu yaklaşımla mantık ve akıldan epey uzaklaştık değil mi!
Biz de bu misallerdeki hakikatten hareketle şunu anlıyoruz ki insan yaptığı işlerin tamamından mesuldür. Çünkü insana özgür bir irade verilmiştir ki teklif ve mesuliyetten kurtulmayıp insaniyet makamında olsun. Fakat tam bu noktada kader karşısına çıkar ve özgürlüğünün sınırlarını bilmesini hatırlatır. Buna binaen yaptığımız her fiilden mesul olduğumuzu ve yaptıklarımızın hesabını vereceğimizi bilen bir kulluk anlayışıyla ömrümüzün her anını değerlendirmeliyiz.
Sözlerime az önce zikrettiğim meselelerde düşüncelerinden istifade ettiğim bahr-i muhit-i nurun kumandanı Bediüzzaman’ın Kader risalesinden birkaç cümleyle son veriyorum:
Evet, Kur’an’ın dediği gibi insan seyyiatından tamamen mesuldür. Çünkü seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nevinden olduğu için insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i ilahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.