İstiğfar miğferi

İstiğfar miğferi

ÖNEMLİ KAVRAMLARI basit anlamlara indirgemek diye tarif edebileceğimiz bir mesele var. Aklî ve kalbî dünyamızı fakirleştiren bu maraza karşı bildiğimizi zannettiğimiz kavramları ciddiyetle ele alıp yeniden tefekkür dünyamıza dahil etmemiz gerekiyor. İkinci Lem’a’yı son okuduğumda “istiğfar” kavramının benim dünyamda böylesi bir indirgemeyle malul olduğunu fark ettim. İstiğfarı salt pişmanlığa indirgeyerek, onun ihtiva ettiği anlam katmanlarını göz ardı ettiğimi anladım. Söz gelimi “İstiğfar ederek aslında ne yapmış oluyoruz?” sorusuna verdiğim cevap sadece “İşlediğimiz günahtan pişmanlığımızı ifade ediyoruz” şeklindeydi. Oysa Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a’nın Birinci Nüktesi’nde istiğfara yüklediği anlam çok daha farklıydı. İstiğfar kavramının imanî bir boyut ihtiva ettiğini görmeme vesile olan cümlesinde şöyle diyordu Bediüzzaman:

Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-ı imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor.

Sonrasında ise işlenen günahların inkâra nasıl cesaret verebileceğini üç örnek ile izah edip, Mutaffifîn suresinin on dördüncü ayet-i kerimesinin sırrı üzerinde düşünmeye davet ediyordu (Kazandıkları günahlar, kalplerini kaplayıp karartmıştır):

Mesela utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem meselâ Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe Cehennemin inkârına cesaret veriyor. Hem meselâ farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Bir manevi adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.

Bu tabloda istiğfar pişmanlıktan öte bir anlam ifade ediyordu artık. Adeta imanımızı koruyan bir mekanizma işlevini görüyordu. Günahın küfürle olan ilişkisi sebebiyle istiğfarın da imanla bir ilişkisi vardı esasında. Bir diğer ifadeyle günahtan küfre giden bir yol varsa istiğfardan da imana giden bir yol vardı. “İstiğfar ederek aslında ne yapmış oluyoruz?” sorusuna verdiğim cevap artık “İstiğfar ederek imanımızı koruyoruz” formülünü de ihtiva ediyordu. Bediüzzaman’ın izahını istiğfarın miğferle aynı kökten geldiğini ifade eden Ekrem Demirli’nin hatırlatmasıyla birleştirince istiğfarı “imanı da koruyan bir miğfer” olarak tanımlamıştım artık.

Böylece Efendimiz aleyhissalatü vesselamın aşağıdaki hadis-i şerifinin de Mutaffifin suresinin on dördüncü ayetinin de imanla bağlantısı daha açık hale gelmişti:

Mümin kul günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer pişman olarak bağışlanmasını dilerse nokta silinip kalbi cilâlanır. Günah işlemeye devam ederse siyahlık kalbini sarar. Cenâb-ı Hakk’ın “Onların işlemekte oldukları kötülükler kalplerini kirletmiştir” (Mutaffifîn 83/14)  şeklindeki beyanında yer alan kir ve pas bundan ibarettir.

(Müsned, II, 297; Tirmizî, Tefsîr, 83/1).

Küfür kalbi saran siyahlıktı, istiğfar ise mahall-i iman olan kalbin cilâsı. Öyle ise ne günahlardaki küfür potansiyelini küçümsemeli ne de istiğfarın imanı da koruyan bir miğfer olduğunu unutmalıydım.

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.