İNSANI DİĞER VARLIKLARDAN ayıran en önemli vasıflarından birisi konuşmasıdır. Düşünce tarihi içerisinde insan “hayvan-ı natık” olarak tarif edilmiştir. Ancak konuşmanın tek bir çeşidi olmadığından her mevcud kendi hâl diliyle konuşmaktadır, dinleyip anlayabilene. Hâl diliyle konuşan varlıkların fıtratlarıyla konuştuklarını ve fıtratın yalan söylemediğini düşündüğümüzde en güvenilir konuşmanın hâl ile yapılan olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan ise hâl dilinin yanında kâl dilini de kullanmaktadır. Tam bu noktada insanın konuşması çok farklı şekilleriyle çeşitlenerek çoğalmaktadır. Bazen içimizden geldiği gibi konuşuruz hesapsız, kitapsız, denge gözetmeden veya kitabın ortasından, bazen ortama göre, bazen de konuşmamız beklenen yerde sükût ile daha farklı bir şekilde… Susmak da bir konuşmaktır… Mesele anlayabilmektir bu dillerden…
Geçtiğimiz günlerde değerli bir hocam ile sohbet ederken şöyle bir ifade geçti: “Müşteri arayan kendisi olamaz.” Daha söz geçer geçmez neler aklımdan geçmedi ki. Müşteri arayan tacirdir, ticaret ile uğraşanın satamayacağı şey yoktur. Onun nazarında her şey ticari bir meta olabilir. Müşteri arayan kendi gündemini kendi oluşturamaz, yani kendi olamaz. Bilvasıta müteharriktir, hareketi kendinden olamaz, en fazla kendi hareket ettiğini zanneder. Müşteri arayan şöhret tutkunudur, etraftakilere göre şekil alır. Müşteri arayan siyasetçidir, sempatizanlarından alkış almak için konuşmak zorundadır vb. çoğaltmak mümkün…
İslam felsefe tarihi üzerine okuma yaparken ilk İslam felsefecisi sayılan Kindî’nin felsefe-din bağlantısını konuştuğu bir metninde şöyle bir ifade ile karşılaştım: “Bir şeyin ticaretini yapan onu satar, sattığı ise artık kendinin değildir. Kim din tacirliği yaparsa onun dini yoktur.” Yaptıklarımızı meşrulaştırmak, kendi konumumuzu muhafaza etmek veya yapılanlara fetvalar bulmaya çalışmak herhalde en kötü din tacirliğidir. Ya da zihnimize doldurduğumuz zehirli manalara, dinin değerlerini bulaştırıp onları “Din ve hakikat budur” diye sunmakta din tacirliğidir. “Biz her ne kadar da dindarız, din benim olmazsa olmaz vasfımdır” desek bile dini değerleri araç haline getirdiğimizde artık taciriz demektir.
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur metinleri için kullandığı, “Manevi bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi ne şarkın malumatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir.” Bu ifade kendi olmak ve müşteri aramak bağlamlarında düşünüldüğünde çok şey söylemektedir. Benim gündemimde ne Doğu’nun ne de Batı’nın felsefeleri ve onların belirlediği problemler var. Bazı problemlere cevaplarım varsa da bu onların istediği bir savunmacı cevap değil. Kendisi olan, kendi gündemini Kur’an’dan ve gelenekten belirleyen bir müellif ve eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Müşteri aramıyor. Müşteri arasa gündemde tutulan konular üzerine cevaplar vermesi, çoklukla konuşulan popüler konulara girmesi gerekecek ve kendi hareketini kendi belirleyemeyecektir.
Başka bir ifadesinde Bediüzzaman “Risale-i Nur müşteri aramaz, müşteriler onu aramalı ve yalvarmalı” demektedir. Zira yazılan metinler kendi ruhundan gelen ihtiyaçlara binaen yazılmış, herhangi bir kitle doğrudan muhatap alınmamış. Özellikle Yeni Said döneminde muhatap doğrudan nefis olmuş. Bu ifade bir manada “Ben tacir değilim, kendi nefsime yazdım, eğer istifade etmek isteyen varsa, ihtiyaç sahibi ise bunları alsın istifade etsin, buradan alıp başkalarına tacirlik yapmasın” olarak okunabilir.
Son yüzyıllarda içinde bulunduğumuz durum, oluşturulan gündemler üzerinden konumlanmak, oluşturulan problemlere cevap üretmeye çalışıp savunma konumunda kalmak, başkalarının telkiniyle hareket edip cevap verirken de oradan buradan toplayıp ortaya yeni bir şey koyamamaktır. Söylediklerimize, yazdıklarımıza müşteri aramaktır ya da müşteriye göre konuşmak ve yazmaktır. Yani kısaca problem kendimiz olamayışımızdır. Kendi olmak kolay mı? Bu da bizim imtihanımız. Herkes kendi imtihanını verecek…
- Anlamak - 7 Ocak 2022
- Dağılmak - 13 Temmuz 2021
- Cevapsız kalan sorular… - 21 Haziran 2021