Radikal İslami hareketler gün geçtikçe daha fazla radikalleşmeye ve etkinliğini arttırmaya devam ediyor. Görünürde İslamofobi hakikat-i halde İslam düşmanlığı olan görüş ve davranışlar aynı hızda bu artışa eşlik ediyor. 1920’ler ve 1930’lardan itibaren süregelen ve İslami yaşantıya tahammülsüz, hayat hakkı tanımayan ve İslam’ın görünür hale gelip kamusal alana taşınmasını bir problem addeden zihniyet, bir önceki yazımda bahsettiğim radikal tavırlardan ötürü bugün hayatını daha geniş bir mecrada sürdürüyor.
İnsanların kıyafetlerine (sarık, takke, cübbe, çarşaf ve sakalına vs.) düşman olduğu gibi şehrin İslami kıyafetleri olan cami, minare ve ezana da aynı düşmanlığı besliyor. Peki bizler bu düşmanlığı eleştirirken dönüp bu düşmanlığı besleyen unsur, saik ve sebeplere neden bakmıyoruz? Aslında bugün karşı karşıya olduğumuz semboller üzerinden sürdürülen yüz seneyi aşkın bir savaş…
Radikalleşen bazı grupların ve o grupların sözcülerinin (şeyhlerinin) dillerinden dökülen kelimeler durumun vahametini ortaya koyuyor. Her şeyi ve her bir şeyi Allah’ın yarattığını vurgulama hassasiyeti içerisinde söyledikleri sözler, mevcut bilimsel verileri ve bulguları aşağılar tavırlarıyla birleşince hakikatsiz bir anlayışı ortaya çıkıyor. Mesela her şeyi olduğu gibi depremi de Allah’ın yarattığını ifade etmek isteyen bir “hoca” fay hatlarının yalan olduğunu, bunları bilim adamlarının kafalarına göre çizdiğini, bunların birer damar olduğunu, isterlerse haritayı getirmelerini ve kendisinin de rastgele çizimler yapınca aynı sonuca varacağını ifade eden bir konuşmasına şahit oldum geçenlerde.
Din adına konuşup İslamiyet’e zarar vermek bu olsa gerek. Bu tablo Orta Çağ kilise anlayışını hatırlattı. Yine bu tablo o dönemlerin ardından haça saldıran ve zaten haçı yere indirmiş olan ve şimdi de hilali yere indirme mücadelesinde olan Batı’nın İslamofobi kılıfıyla ürettiği İslam ve Müslüman düşmanlığının geniş kitlelere yayılması için bulunmaz bir fırsat.
Hakikatin çok boyutluluğu içinde zihnini tek boyuta programlamış ve her şeye ve her olaya bu şekilde bakan ve boğulan kişi, diğerlerini de boğmak için onları kendi baktığı boyutun dışına itiyor, orayı sahipleniyor. Daireden dışarı itilen kişi de tam karşısında bir pozisyon almak zorunda kalıp belki farklı bir boyutuyla hakikate veya tam tersi batıl bir düşünceye muhatap oluyor. Her ne kadar ikisinin de bulduğu hakikat bile olsa birbirinin baktığı noktalardan bak(a)madıkları için hep eksik kalıyor.
Nitekim bir düşüncenin, fikir yapısının “anti” olanı ortaya çıkmışsa muhakkak bu düşünceyi ve görüşü mutlak merkeziyetçi bir konuma oturtan ve doğrunun yalnızca bu olduğunu savunanlar var demektir. Mesela bugün Türkiye özelinde Ehl-i Sünnet karşıtlığı yani anti Ehl-i Sünnet görüşünü benimseyenler varsa bu “Ehl-i Sünnetçilik” yapan grubun problemidir. Mesele bir düşünce yapısını, hayat tarzını ve anlayış biçimini benimsemek değil bir taraftarlık ve tarafgirlik faaliyetinde bulunmak olarak karşımıza çıkıyor. Bir süreden sonra mesele hak ve hakikati arayıp bulmaya çabalamak ve bu uğurda çalışmak yerine kendine merkezi bir konum belirleyip o konumun muhafızlığı ve koruculuğunu yapmak, kendi anlayışının mutlak doğru olduğunu savunmak ve özgür düşünceyi yok edip diğer fikirlere hayat hakkı tanımamak biçimine geliyor.
İfrat ve tefrit doğurgandır. Her zaman bir ifrat bir tefriti, bir tefrit de bir ifratı doğurur. Aynen İslamofobi ve radikal İslam hareketleri gibi. Anbean birbirini besleyen iki kavram…
Bu noktada Nur müellifinin kendisini bir sufi olarak adlandırmamasına rağmen, açıkça “Ben sufi değilim” demesine rağmen ehl-i tarikatın hakkını ve hukukunu teslim ve muhafaza maksadıyla yazdığı ve onların düşmesi muhtemel çukurları bir mümin hassasiyetiyle ifade ettiği risalesinde dini gruplar içerisinde görülen sorunlara nasıl bakmamız gerektiğinin dersini şöyle veriyor:
Bir şey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslamiyet’ten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla tarikat mahkûm olamaz.
İlgili metni tarikat özelinde değil çerçeveyi biraz daha genişletip bütün dini gruplar ve cemaatler ve hatta bütün beşerî topluluklar genelinde düşündüğümüzde mesele daha İslami, insani ve adil bir düzleme taşınıyor. Toptancı bir bakış benimsendiğinde Kur’an’ın temel hassasiyeti olan adaletin ve suçun şahsiliğinin paranteze alındığı, bunun yerine bütüncül bir bakışla muhatap olunduğunda ise meselenin tam da olması gereken düzlemde konuşulduğu, tartışıldığı ve en azından bir çözüm yolu bulunduğu bir senaryoyu gözlemliyoruz.
Tüm bunlar yaşanırken üzülünecek bir durum olarak aktarmalıyım ki her ne kadar din adamlarının sözüne güvenen, itimat eden ve nasihatlerini dinleyenler olsa da bu asırda bir grup insanın din adamlarına, dini çevrelere ve otoritelere olan güveni –maalesef– ciddi manada sarsılmış durumda. Bunun birçok sebebi olduğu gibi mesela sosyal medyada, film ve dizilerde din adamlarının güvenilmez, hileci ve hatta ikiyüzlü olarak aktarılması bunun sebeplerinden biridir.
Nitekim doğruyu ve güzeli İslami hassasiyetleri olmayan, az olan veya bu hassasiyetleri olsa da göstermeyen herhangi bir insan söylediğinde onu övüp yüceltirken aynı doğruları üzerinde dini kıyafetleri olan ve mekânı camii olan bir din adamı söylediğinde gerici ve yalancı olarak nitelendirilmekte ve dolayısıyla bu insanların konuşmaları da nasihatleri de tesir etmemektedir. Hatta birçoğunun anlamak bir kenara dursun onları dinlemeye dahi tahammülleri yok.
Bu problemin ortaya çıkmasının sebeplerinden birisi de din adamlığı veya hocalık namını haksız olarak kendi üzerine alıp İslamiyeti birtakım dünyevi menfaatlere alet edenlerdir. İnsanlar ve özellikle de dini olan ve dine ait olana mesafeli olan kesimler de kendilerini bu şekilde tasvir eden kişilerin hataları yüzünden onların hatalarını genele yaymaya çalışan toptancı bir bakışla meseleyi değerlendirmeye başlamışlardır. “Hoca değil mi hepsi böyle işte!” gibi ithamlar da bu toptancı bakışın bir ifadesidir. Halbuki hem Kur’an’da hem de beşeri hukukta suçun şahsiliği esastır, bir kimsenin hatası yüzünden onun ailesi, arkadaşları ve mensup olduğu grup yargılanamaz, onun hatası en yakınlarına bile teşmil edilemez.
Gerçek adalet de bu değil midir zaten?
- Tefekkür mesleği ve akla muhabbet - 25 Ocak 2025
- Kırılan zeminler: iki ucun sarsıcı çatışması - 18 Ekim 2024
- Herkesin yolu kendine mi? - 11 Ekim 2024