HZ. ENES bin MALİK radıyallahu anh rivayet ediyor:
Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın saçlarını berberin kestiğini gördüm. Ashâb da etrafında dolaşıyor, bir telinin bile yere değil mutlaka içlerinden birinin eline düşmesini arzuluyorlardı.
Müslim, Fezâil, 75.
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam isimli eserinin ikinci cildinde, İsmail Kara Türkiye’deki laiklik anlayışı ve uygulamalarının üzerinde çok durulmayan ehemmiyetli bir boyutuna dikkatleri çeker. Laiklik genelde “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tek boyutlu şekilde anlaşılsa da bu özellikle İslam dünyasında tarihsel gerçeklere muvafık bir tanımlama değildir. İslam dünyasındaki laiklik anlayışı ve uygulamaları, seküler elitlerin devlet eliyle dine ve topluma tahakküm süreçlerini ifade eder. Laikliğin özellikle İslam dünyası ve Türkiye’de din-siyaset-hukuk ilişkilerini aşan boyutuna dikkat çeken Kara, onun aynı zamanda sekülerlik yani din ile kültürün/dilin, din ile bilginin-bilimin, din ile hayatın-yaşama üslubunun birbirinden ayrılması, koparılması ve kuvvet kullanarak uzaklaştırılması manasına da geldiğini ifade eder. Ona göre Türk laiklik anlayışı ve uygulamalarının zihniyet dünyasına, hayata ve pratiklere yansıyan, hayatı ve pratikleri dönüştüren, bunları koruyan ve yeni dindarlaşma biçimlerini tahrik eden karmaşık yönleri vardır. Kara’ya göre laikliğin mezkur yönlerinin tahakkuku ise hedef aldığı konu ve uygulamalarda tebarüz eder:
Türk laikliği dinî otorite makamlarını ve ulema ve şeyhler başta olmak üzere temsilci-otorite kişileri ve kurumları hedef aldığı kadar, belki onlardan daha fazla doğrudan doğruya din ve kaynak anlayışını (Kur’an ve sünnet tasavvurunu, klasik kaynakların değerini) farklılaştırmayı, halk Müslümanlığını, yani anlaşılan, içselleştirilen ve yaşanan, bu yüzden derin kökleri ve yaygınlığı olan –belki yeteri kadar bil(in)meyen ve ‘doğru’ anla(şıl)mayan– Müslümanlığı, maneviyatı, mukaddesatı, başka bir deyişle dinin kişilik oluşturan esaslarını ve tezahürlerini hedef almış ve ‘anlamadan okumak, mevzu hadis, hurafe, bâtıl inanç, eski kültürlerden İslâma dahil olan unsurlar, israiliyat, gayrimedenilik, çağdışılık’ edebiyatı üzerinden onu bastırmak ve dönüştürmek istemiştir.
Müellif, kutsallık meselesine bu bağlamda temas eder ve ona dair yaklaşımların da laiklik düşüncesinden bağımsız bir şekilde anlaşılmayacağını izah eder. Zira “Hem modern düşüncenin hem laiklik fikrinin hayli mesafeli ve hatta karşı durduğu kutsal kavramı ve kutsallık atfedilen varlıklar/şeyler, Türkiye’de laiklik anlayışı ve uygulamaları ile halk Müslümanlığını mahkum etme açısından çok önemli bir bahistir”. Yazar, laik düşünceden etkilenenlerin yalnız sekülerler değil çağdaş İslam düşüncesinin ve İslamcı hareketin de bu düşünceden ciddi ölçüde etkilenmiş olduğunu belirtir. Ona göre kutsallık meselesindeki düşünce ve davranışlarından bu etkiyi gözlemlemek mümkündür:
Burada dinle mesafeli oluş değilse de Yeni Selefîlik üzerinden dar-sade bir din ve kutsallık anlayışına sahip olmanın, farklı sebep ve psikolojilerle pozitivist mantığa yaklaşmanın etkili olduğu söylenebilir. Hurafe ve bâtıl inanç edebiyatının iki tarafın da severek kullandığı bir dil olması tesadüfi değildir. İlahiyat fakültelerinin, Diyanet İşleri Başkanlığının, entelektüel ve radikal İslamcılığın bu edebiyata desteği ve katkısı tahmin edilenden çok fazladır.
Kara, dini saflaştırmak ve sadeleştirmek iddiasında olan ama aslında laik düşünceden etkilenmiş bu anlayışın dinî alanı daralttığını ifade eder. Kutsallık anlayışları Yüce Allah’la sınırlı, aşağıya, varlıklara, hayatın içine inmemekle maluldur. Oysa “kutsallığın Yüce Allah’ta merkezileştiği, aşağıya doğru O’ndan yayıldığı doğru olmakla beraber Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde mukaddes ve mübarek kelimeleri bazı yerler, mekânlar, varlıklar ve zamanlar için de açıkça kullanılmaktadır (mukaddes beyt/ev –Kâbe, Mescid-i Aksâ–, mukaddes vadi, mukaddes yer; mübarek kitap, mübarek gece, mübarek belde, mübarek kişi, mübarek menzil, mübarek su…)”.
Bu bilgiler ışığında “On Altıncı Lem’a’nın Hâtime”sini okuduğumuzda Bediüzzaman’ın laik düşünce ve halk müslümanlığıyla olan ilişkisine farklı bir pencereden bakma imkanına sahip olabiliriz. En başta Bediüzzaman’ın talebesi Refet Barutçu’nun “lihye-i saâdet” ile ilgili sorusuna verdiği cevaptan müteşekkil olan bu mektubu, otoriter laikliğin Türkiye’de kutsallık etrafında oluşturduğu genel atmosferin ve yeni dindarlaşma biçimlerini tahrik eden yönünün bir tezahürü olarak okuyabiliriz. Nitekim Refet Barutçu mektubunda bu meselenin “ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa” olmasından bahseder. Bu münakaşanın hudâyinâbit olmadığını, aksine temellerini Türk tipi laiklik anlayışı ve uygulamalarında bulan siyasi ve sosyal saiklerinin olduğunu söyleyebiliriz.
Mektup, Bediüzzaman’ın kudsiyet meselesine bakışını gösterdiği gibi, laik düşünceden etkilenip etkilenmediğine de işaret eder. “Allah Resulü kıl değil akıl bıraktı” tarzındaki saygısız düşüncelerin aksine Bediüzzaman, lihye-i saadetten olduğu kesin olarak bilinmeyen ve aksine de katî delil olmayan saçların dahi hürmete, teveccühe, muhabbete ve salavâta vesile olması sebebiyle ziyaretini makbul sayarak kudsiyetin alanını genişleten bir usul teklif ediyor.
“Telâkkiyat-ı âmme” ve “kabul-i ümmet” kavramlarını bu meselede bir hüccet olarak görmesini ise halk müslümanlığını hurafeden ve bâtıl inançtan ibaret görmeyen hürmetkâr bir düşüncenin göstergesi olarak yorumlayabiliriz. Birileri gerçekten Peygamber Efendimiz’e (asm) ait olsalar da o “nurlu ve mübarek ve dâimî yaşayacak” saçları hürmete layık görmeyerek kudsiyeti hayatlardan –bilerek veya bilmeyerek– çıkarmaya hizmet ederken Bediüzzaman’ın kudsiyet lehindeki mezkur tutumundan alacağımız nice dersler vardır.
Ne dersiniz, laik düşüncenin üzerimizdeki izlerine bir de lihye-i saadet aynasından bakabilir miyiz?