Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar isimli eserinde Risale-i Nur’un Kur’an’ın yedi nuruna, yedi rengine birden masadak olduğunu ve Mevlana Hazretlerinin Mesnevi-i Şerifine nazaran yedi cihetle kudsi ve şerif olduğunu belirtiyor.
Yine aynı yerde Mesnevi’nin bir hakikate masadak olmasına rağmen kazandığı kudsiyet ve şerafetle Mevlevilerden başka ehl-i kalbin de ölümsüz bir mürşidi olduğunu, Risale-i Nur’un ise yedi cihetle kazandığı kudsiyet ve şerafetle ehl-i hakikate baki bir rehber olduğuna dikkat çekmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri, yine Şualar isimli eserinin 8. Şua’sında, Risale-i Nur’a İmam-ı Ali (ra) ve Gavs-ı Azam (ks) tarafından verilen kıymetin zamanın ehemmiyetinden dolayı olduğunu belirterek içinde bulunduğumuz zamanı; şeriat-ı Muhammedi ve şeair-i Ahmediyenin tahribata uğradığı, bütün ümmetin fitnesinden Allah’a sığındığı ahirzaman olduğu, fitnelerin hücumuyla imanların tehlikede olduğu bir dönem olarak tarif eder.
İşte Risale-i Nurlar böyle dehşetli bir zamanda lüzumlu ve nazik bir vakitte herkesin anlayacağı bir tarzda iman hakikatlerini ispat eder ve muhataplarının iman-ı tahkiki mertebesine çıkartır.
Emirdağ Lahikası’nda yağmursuzluk musibeti ile alakalı bir soruyu cevaplandırırken bu musibetin şükürsüzlüğümüzün cezası olarak geldiğini izah eder ve nazarları Risale-i Nur’un okunmasının ve neşrinin engellenmesiyle vukua gelen ilahi ikazlara dikkat çeker. Zira Nurlar “Sadaka belayı def eder” hakikatince semavi ve arzi belalara set olmaktadır. Onun okunması ve neşrinin sadaka hükmünde olacağına vurgu yapar.
Yine Sekizinci Şua’da Risale-i Nur’dan iman-ı tahkiki dersini alan has şakirtlerinin bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde imana hizmet itibariyle adeta gizli birer kutup gibi inananlara istinatgâh olduklarını dile getirir ve bilinmeseler de, görünmeseler de, hatta görüşülmeseler bile imanlarının kuvveti ile cesur bir komutan gibi mü’minlere mukavemet ve cesaret verdiklerini beyan eder .
Evet Kur’an’ın etrafındaki şeair surları yıkılmış ve dağlar gibi azim parçalar her tarafa yayılmıştır. Bid’aların istilasıyla vuku bulan bu külli tahribatın, yani İslamiyet’i içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan muhit kaleyi tamir eden Risale-i Nur bu zaman da çok önemli bir vazifeyi ifa etmektedir.
Ancak altı bin sayfadan ve on dört ciltten ibaret olan Nurların maddesi, hacmi ve kütlesi bu görevi ifa etmeyecektir herhalde. Bu vazifeyi O’nu okuyan ve imanını onun nurlarıyla kuvvetlendiren, iman-ı tahkiki vesikasını alan halis talebeleri ifa edecektir, etmelidir.
Şimdi bu ve benzeri hakikatleri bir kez daha tefekkür ve tezekkür edelim. Ülkemizde ve âlem-i İslam’da vuku bulan semavi ve arzi belalara, musibetlere kaderin fetva vermesinde hiç hissemiz yok mu?
Zira Risale-i Nurlar Kur’an’ın manevi mucizesi olan bir tefsirdir. Baki bir rehber olmasıyla tüm âlem-i İslam’a şamildir.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında Risale-i Nurlar’ın ilan ve neşrine zındıka komitesi ve bazı aldanmış hükümet görevlileri mani oldukları için Nurlar semavi ve arzi belalara karşı gelmedi.
Ya şimdi yirmi birinci yüzyılın mebdeinde veya yirminci yüzyılın son çeyreğinde ilan ve neşir hizmetimize ciddi manada bilinen bir dış müdahale var mı veya oldu mu?
Dün okutmadıkları, ilan ve neşre engel oldukları için gelen bela ve musibetler, bugün hakkıyla okuyamadığımız, ilan ve neşir hizmetini yeteri kadar yapamadığımız için geliyor olmasın?
Bediüzzaman’a, bazı kâmil ve veli insanların haber verdikleri ferec ve sürur gelmediği için neden böyle olduğu sorulduğunda, âlem-i İslamın iştiyak ve ihtiyaçla beklediği ferec ve sürurun bağlı olduğu şartların yerine getirilmediğini söylemesi bize bu günümüz için bir ipucu vermiyor mu?
Bid’aların def’ini ve ehl-i imanın bir araya gelip dua etmesini tavsiye etmesi bugün içinde geçerli değil mi ?
Niyetim ne felaket tellallığı yapmak ve ne de matemli bir resim göstermektir.
Gayem Üstadımızın kırklı yıllarda “yirmi yılda yirmi bin adama iman-ı tahkiki vesikasını vermiştir meydandadır” diye işaret ettiği Risale-i Nurların layıkıyla okunması, ilan ve neşrinin icrasıdır. Kendimizle yüzleşmemiz ve hadisata karşı, fitnelere, musibet ve belalara karşı daha duyarlı olmamızdır.
Tüm Nur talebeleri ihsan-ı ilahi tarafından omuzlarına yüklenmiş bu hazineyi hatırlamalı ve ehl-i imanı sahil-i selamete çıkartan gemideki hademe olduğunu unutmamalıdır. İhlâstan sonra Risale-i Nurun en önemli esası olan “tesanüd” hakikatini zedelememelidir.
Benim bu hakikatlerden anladığım Üstadımızın “Bu zamanın en büyük farzı dediği” İttihad-ı İslam, İttihad-ı Nura bağlıdır.
Ve artık kendi kendimizi iknaa çalışmayalım. Sanki cihad-ı manevi bitmiş gibi, fecr-i sadık vuku bulmuş gibi bir hâl var üzerimizde. Altıncı desise-i şeytaniye olan tenbellik ve tenperverlik damarından yakalanmışız.
Her şey sütliman gibi görmek ve göstermek içinde olduğumuz ve gelecek bela ve musibetleri ortadan kaldırmıyor.
İçinde olduğumuz en dehşetli hâl ise; artık iyi ders yapanların arandığı ve merğub olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Tedbir alınmazsa yakın bir gelecekte daha büyük felaketler kapıdadır demektir.
Neden böyle derseniz? Cevabı basit: Okumayan, Külliyata şahsen muhatap olmayan fertlerin sayısı her geçen gün artıyor ve yine tembellikle birisi gelsin anlatsın isteniyor. Hâlbuki Risale-i Nur’un taliminde muallime ihtiyaç yoktur.
Mesnevi’nin kudsiyetiyle beraber şu an umumun kabul ettiği, ama kültürel-folklorik bir ritüele dönüşmesi akibetinin, Nurlar için olmasına müsaade etmemeliyiz.
Ehl-i beytin başına gelen musibetler neticesin de nasıl ki herkes İslam’a sahip çıkıp, bir tarafından tutup muhafaza etti. Aynen öyle de bugün bütün Nur talebeleri ilk dönemdeki saff-ı evveller gibi yeni bir aşk ve heyecanla hizmete sahip çıkmalı ve muhafaza etmelidir.
Ağabeylerimizi çizmelerini tekrar giymeye, gençlerimizi ise takva zırhlarını kuşanıp nurun ilan ve neşri için cihad-ı maneviye davet ediyoruz. İnsanlığın nurlara ihtiyacı var. Millet-i İslamiye perişan bir vaziyette iken ihtiyarlar gibi geçmiş hatıralarla avunmayalım. Zira, geleceğe hazır olmayanların geçmiş için övünmeleri yersizdir.
Müminlerin gözünden akan her damla yaş, masumların her damla kanı, yeryüzündeki bu hukuksuz ve ciğersuz hadiselerde şuurlu Müslümanların, Kur’an talebelerinin de hissesi olacaktır ve onlara da sorulması muhtemeldir.
Üstad Hazretlerinin dediği gibi;
“Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”
“Milliyetimiz bir vücuddur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.”