Her şey, O’ndan başka hiçbir şey yokken başladı.
Zâti olan cemal ve kemaline muhabbet-i münezzehesiyle tecelli etti ilk evvel.
Bilinmeyi irade etti “ol” dedi ve oluverdi her şey.
O andaki muhabbetten hâsıl oldu Muhammed (ASM). Çünkü cemal ve kemalin en azam tecelligâhı o (ASM) olacaktı.
Onun (ASM) nuruyla nurlandı ve vücut buldu olanlar; zerreden şemse, semekten meleğe kadar.
Kâinat bir şey için var oldu ve var olanlarla bir şey yazıldı. La ilahe illallah…
Yaratılan her şey O’nu tesbih etti, O’na hamd etti, O’nu tazim etti. Çünkü mahiyetlerindeki hakâik O’nun esmasından başka bir şey değildi.
Ol emriyle olanlar ibda ve inşa olarak olmaya devam ederken, tedrici olarak zaman ipine takılırken, bekliyordu her şey, her şeyle beraber sebeb-i vücudu olan Mefahir-i Âlemini (ASM).
Bekliyordu Levlake’nin mazharı Server-i Serbülendini (ASM).
Bir öğle vakti Âdem’le (AS) başladı muhatab-ı ilahi olan insan devri. Marifet ve bilinmeklik sırrının anahtar külçesi olan emanet-i kübra ona derc edilmişti.
Akliye, gadabiye ve şeheviye duygularıyla hazırdı artık insan ubudiyet lisanını esma alfabesiyle zikretmeye.
Âdem (AS), Şit (AS), Nuh (AS), İbrahim (AS) derken Musa (AS) ve İsa (AS) muştuladı alemin sebeb-i vücudu olan zat-ı mübareki.
Ve bir gün yıldızlar yere inerken, yer şirkleri devirirken, âlem ona hasretken varlığın nuru nurlandırdı yeryüzünü.
İlk önce esma alfabesini okumak öğretildi “ikra” emriyle. Yaratan Rabbinin esmasını okuyordu tekvini ayetlerle.
Kalbi nurlarla doluyordu sağnak sağnak Cibril’le (AS) gelen teşrii ayetlerle.
Doldurdu kalbini varlığı var edenin teşrii ve tekvini ayetlerinin marifetiyle.
Ve bir gün, başladı ezeli ve ebedi olan zata doğru yolculuk mirac merdiveniyle.
Her şeydeki O’nun esmasının tecellileriyle, her şeyin O’nu tesbihiyle, her şeyin O’nun emir ve nehyine itaatiyle ve her şeydeki O’nun vahidi ve ehadi olan turra, hatem ve sikkeleriyle.
Atası Âdem’de (AS) icmal olan zatında tafsil olmak üzere.
Atası Âdem’in (as) marifetine secde eden meleklere nisbet ona muvafakat eden ism-i Batının temsilcisi Cebrail’le (AS).
Dünya ve semanın katlarında vasıl olduğu arşî tecellilerdeki marifet-i ilahi ile…
Değil yalnız kalbi ve ruhu, hem cismiyle, hem havas ve letaifiyle.
Ayne’l-yakin olarak müşahede etti âlem-i mülkü, âlem-i melekûtu ve dahi ahireti Cennetiyle, Cehennemiyle.
Ve bir an, öyle bir an ve öyle bir arşi tecelli ki geçemem dedi Cibril (AS) bundan daha öteye.
Mahiyeti nur, hüviyeti nurani olan Ferîd-i kevn-ü zaman Aleyhissalatü Vesselam, geçti mümkinatın ötesindeki sadece kendisi için mümkin olan sitretü’l-münteheya…
Selam yerinde arz eyledi ilk evvel “et tahiyyatü, el mübarakatü, es salavatü, et tayyibatü lillah” diye kâinatın hulasa-ı ibadatını.
Yaratılanlar içindeki bütün hayat sahiplerinin, bütün tohumların, bütün salih ruhların, bütün mukarreb meleklerin tesbih, tazim ve hamdi sana mahsustur Ya Rabbi diye.
İşte sır burada tamam oldu. Herşey burada nihayet buldu…
“Ben bilinmeyen bir hazine idim bilinmek istedim” buyuran Allah-ı Zülcelâl kendi dekaik-aşina nazarıyla gördüğü cemal ve kemalini gayr içinde en eşrefi Habib-i Ekrem, Resul-ü Kibriya Efendimiz’in (ASM) arzında irade etti.
“Levlâke levlâke Lema halaktü’l-eflâk”, yani “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” sırrı burada inkişaf etti.
Bidayetteki muhabbet-i münezzehesi, nihayette Muhammed Mustafa (ASM) olarak inbisat etti.
Kadir-i Zülcelâl ilk defa yarattıklarından birine bu kadar yakınını nasib etti.
Ve Resul-ü Segaleyn’e (ASM) aracısız, direk olarak Zat-ı ulûhiyet ve rububiyetine şayeste bir şekilde hitap etti…
“Esselâmü aleyke Ya Eyyühen-Nebiyyü! (Selam sana ey nebi…)“
Varlık adına, varlığı var edenin huzurunda, esma-i ilahiye, sıfat-ı azam ve şe’n-i mukaddesenin marifetiyle daha imtihan dünyasındayken rü’yet’e mazhariyet…
Ötelerin ötesine evc-i a’laya uruc etmek…
Şeref-i nev-i insan olarak emaneti bihakkın eda etmek…
Ve o kelam-ı ezeliye bizzat muhatap olmak ve orada dahi “sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, seni hakkıyla tanıyamadık” deyip marifet-i ilahiyi acz ve fakrıyla talep etmek…
Ve illaki her daim “ümmeti ümmeti“ diye Rabbinin tavsif ettiği gibi ümmetine karşı şefkatini izhar edip “selam ümmetimin salihleri üzerine olsun” diyerek vasıl olduğu makamın ümmeti içinde nasib olması için Rabbinden niyaz etmek…
Ötelerin en yakınında, çok uzaklardaki ötelerde olan bu mükâlemeyi işiten Cebrail’in (AS) dilinde şehadet…
“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü (Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür.)” olan imanın şiarını ifade etmek…
Rabbimizin mirac gecesi Aleyhissalatü Vesselam aracılığı ile ümmete gönderdiği üç hediyeden birisi olan namaz işte bu duanın cevab ve kabulüdür.
Resul-ü Ekrem Efendimiz’in (ASM) şirk koşmayanlara şefaat hakkı, Bakara suresinin son iki ayeti (amene’r-rasulu) ve mü’minin miracı olan namaz hediyeleriyle şereflendik, nimetlendik, lütuf ve ihsana mazhar olduk…
Rabbim cümle ehl-i imanın ceddine ve nesline hakka’l-yakin bir iman, her daim huzur-u daimi ve her namazını mirac manasıyla eda edebilmeyi, yaratılış gayemiz olan marifetullah makamlarında en ileri noktalara vasıl olup Rabbimizin rızasına mazhariyetle beraber rü’yet’iyle müşerref olmayı nasib etsin inşallah…
Her namazımızı son namaz gibi kılmak, miracdaki marifet şuuruyla, muhatabiyet ciddiyetinde eda edebilmek duasıyla…
- Yeniden biat ama bu kez Akabe’ki gibi… - 21 Nisan 2020
- Sessiz bir çığlık… - 29 Ekim 2019
- Gayyadayız… - 24 Eylül 2018