İyi ve kötüyü ayırt edici bir akıl ile gönderildik bu dünyaya. Bir şeyin doğru mu, yanlış mı olduğunu belirleyen bir makine gibi akıl. Ama aklın bu işlevi yerine getirebilmesi için bazı kodlamalara, kıyas yapacağı bilgilere ihtiyacı var. Bu bilgiler de ya vahiy, ya da felsefe kaynaklı olmak durumunda. Bu bilgilerle donanmış bir akıl da artık eşyayı veya hadiseleri iyi veya kötü diye değerlendirmeye başlıyor.
İnsanın başına bir bela, bir musibet geldiğinde bunun nasıl değerlendirdiği tamamen, bakış açısını şekillendirdiği kaynağa göre değişiyor. Bakış açısını gündelik hayata dair menfaatlere göre şekillendiren, yalnız bu dünyada mutlu olmayı hedefleyen bir zihne göre bela/musibet kötü olaylar sınıfına dahil ediliyor.
Dünya odaklı insanlarda bu bakış açısının hâkim olması anlaşılabilir bir durum. Çünkü hedefine sadece dünyayı almış bir nazar genelde benmerkezcil yapıda olur. Kendince olumsuz bir şeyi kötü olarak sınıflandırır. Yol göstericisi salt akıl olan bir kimsenin aklının kabul etmediği, kalbinin sevmediği şey kötüdür.
Söz gelimi şartların yeterince makul olduğu bir işe başvuru yapan bir gencin, başvurusunun kabul edilmemesi, onun açısından kötü bir olaydır, üzücü bir hadisedir. Halbuki onun o işe kabul edilmemesinin arkasında bazı ilahi gayeler (meşiet-i ilahiye) vardır. Belki o işe kabulü başlangıçta lezzet verse de, birçok acıyı beraberinde getirecektir. Ama o zihin bununla ilgilenmez. Ona göre kendince doğru bir şey gerçekleşmediği için kötü bir durum ile karşı karşıyadır.
Ya da küçük çocuğunu kaybeden bir anne eğer, imani bir yaklaşımla ölümü okuyamadığı takdirde hayatı çocuğunun ölümüyle birlikte kararır. Vefat eden çocuk kendince kendisine ait olduğu için, tasarrufu da kendi elinde olmalıdır. Halbuki çocuk ölmüştür. Kendi isteği dışında bir olay gerçekleşmiştir. Artık yavrusuna ebediyen veda etmiştir. Bu düşünce onu kahreder, hayattan istifa ettirir. Ölümü doğru tanımlayan, kendisini çocuğun sahibi değil emanetçisi olarak gören bir kişi ise yavrusunun ölümüne yine üzülür fakat bu üzüntü ebedi kaybedişten kaynaklanan kahredici ve hayata küstüren bir üzüntü (fakdü’l ahbap) değil geçici olarak ayrılmak hissinden gelen özlem yüklü bir üzüntü (firaku’l ahbap) halini alır.
Dünyevi bir pencereden musibet böylece okunurken, paradigmasını Kur’an ve sünnete göre şekillendiren bir Müslüman için ise başa gelen her hadise bir imtihandır. Bu imtihanlara karşı sabretmesi ve olayların arka planında Yaratıcının maksadını anlaması gerektiğini bilir ve tepkilerini buna göre belirler. Madem her hadise bir imtihandır, imtihana ise sabredilmeli ve hatta şükredilmelidir.
Şahsi musibete karşı sabredilirken musibet dine geldiğinde ise durum değişir. Dini musibete karşı şahsi musibetteki gibi davranılmaz. Şahsi musibette sabredilmeliyken dini bir musibette sabredilmemeli, tahammül edilmemelidir. Çünkü gerçek musibet dine gelen musibettir. Ötekiler hakikatte musibet değil ikram-ı ilahidir. Dini musibetten her vakit Allah’a iltica edilmelidir.
Terbiyesini Kur’an’dan alan günümüz Müslümanları tarafından şahsi hayata dair musibet okumaları genel itibarıyla iyi yapılıyorsa da dine gelen zararlarda aynı doğru tavır maalesef gösterilemiyor kanaatimce.
Şahsi musibete karşı sabır ve hatta şükür cihetinde dik duran, imtihanın farkında olan dimağlar dine gelen bir bela karşısında hemen ümitsizliğe düşüyor.
Dini musibete karşı sabretmeme, kabullenmeme vazifesi eda edilmiyor, kavli ve fiili bir dua içerisine girme, gayrete gelme gerçekleştirilemiyor.
Hakiki musibet dine gelen musibet olsa da bu durumun büsbütün olumsuz bir mana içerdiğini düşünmüyorum.
Aksine İslam davasının başına gelen birçok musibetin, zamanın Müslümanlarının aldığı dersler ve takındıkları tavırlar neticesinde sonraki fütühatların mukaddimesi olarak okunması gerektiğini düşünüyorum.
Şu zamana kadar İslamiyet tarihinde yaşanan onlarca büyük olayın bizim için mihenk olabileceğini düşünüyorum.
Mesela Peygamber Efendimiz’in (asm) vefatından sonra Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra) döneminde gerçekleşen fitneler ve kanlı hadiseler, bilhassa Hz. Hüseyin’in (ra) başına gelen dehşetli olaylar birçok büyük sahabe ve tabiinin şehadetini netice verdi. Peygamber Efendimiz’in (asm) vefatından bu kadar kısa bir zaman sonra raşid halifeler şehit edildi, peygamber torunları feci zulümlere uğradı. Zamanın Müslümanları bu üzücü hadiselerin yaşanmasına kahroldular. Ancak yaşanan hadiseler o büyük zatların şevklerini kırmadı, aksine hamiyetlerine dokundu ve “İslamiyet tehlikededir, yangın var” düşüncesine sevk ederek gayrete getirdi. Her birisi kendisini yalnız bilerek dinin farklı bir alanına sarıldı ve hizmetlerinde bir alanda yoğunlaştılar. İslamiyetin o yüce hakikatlerini dünyaya yaydılar. Veda haccındaki yüz bin sahabe bu dehşetli fitneler neticesinde dünyanın her yerine koştular, davalarını savundular. O elim hadiseler doğru okunduğu için çok değil birkaç on sene sonra hadisin, şeriatın muhafazası ve dinin kuvvet kazanması gibi önemli neticelere vesile oldu.
Aynı şekilde bu yaşanan fitnelerden belki çok daha dehşetlisi Asr-ı Saadetten 1.300 sene sonra yaşandı. İslamiyete zararlı oluşumları ve ilk insandan bu yana en dehşetli fitneyi haber veren hadislerin siyaset aleminde karşılığı göründü. İslam tarihinin belki de en dehşetli zamanları yaşandı. Müslümanların dini kimliklerini sakladıkları, Allah dedikleri için öldürüldükleri, Kur’an’a en ağır saldırıların yapıldığı bir zamandı bu. İslam’ın ana umdeleriyle oynanmaya çalışıldı. Ezanlar bir şarkıya çevrildi. Fakat imtihanların en dehşetlisi olan bu yaşananlar bile hayra dönüştü, dönüştürüldü. Ehl-i hamiyet insanları galeyana getirdi. Davası uğruna yalnız malını mülkünü değil canını dahi feda edenler ortaya çıktı. Allah da bu gayretleri, bu duaları geri çevirmedi. Bütün dünyaya İslamiyeti ilan edecek bir manayı Kur’an’ın hazinesinden bu insanların eline verdi. Dünyanın manevi şeklini değiştiren süreci başlattı.
Yarım asır geçti. İslam’ın yükselişini hazmedemeyen, dünyanın İslamiyete olan temayülüne ket vurmak isteyen insanlar eliyle bir oyun daha oynandı. İslamiyeti temsil eden (!) bir grup eliyle 11 Eylül saldırıları gerçekleşti. Kur’an’ın adalet anlayışıyla asla bağdaşmadığı halde güya ona ithaf edilerek masum insanlar acımasızca öldürüldü. Dinin adına leke vuruldu. Bu dünyada yan yana en son getirilebilecek iki kelime olan İslam ve terör eş anlamlı gösterilmeye çalışıldı. Bu müthiş hadise Müslümanları ümitsizliğe sevk etti. Dinin önüne aşılamaz bir set çekildiği düşüncesi Müslümanların ekserisinin dünyasına yerleşti. Amma kader-i ilahi farklı tecelli etti. Zahiren dine duvar olan, Müslümanları terörist gibi gösteren bu hadise bilhassa Batı ülkelerinde bulunan birçok Müslümanı gayrete getirdi. Aynı Saadet Asrındaki fitnelerde “Din tehlikededir, muhafaza etmeli” diyen sahabeler gibi dinlerine sarılan, hâli ve tavrıyla dinini düzgün temsil eden kimseleri meyve verdi. Böylece İslamiyeti araştıran ve Müslüman olanların sayısı 11 Eylülden sonra dört katına çıktı. Şer görünen hadiseler hayırlı neticeler verdi.
İslamiyet davası her zamanda böyle musibetlerle karşılaştı, karşılaşıyor ve muhtemelen karşılaşmaya devam edecek.
İçinde bulunduğumuz şu zaman diliminde de o musibetlerden birisi ile muhatabız. Ehl-i hamiyeti ağlattıran, kalpleri parçalayan dini bir musibet bu. Neredeyse son bir asırdır Türkiye ve dünyada Kur’an’ın hakikatlerini neşreden, milyonlarca insanın hidayetine ve imanını muhafaza etmesine vesile olan bir harekete akıl almaz zararlar veriliyor. Müellifinin onca gayretine ve ikazlarına rağmen Risale-i Nur talebeleri siyasetle iştigal eden, devlet içerisinde kadrolaşan, siyasetle hükümete yön vermeye çalışan bir hareketmiş gibi lanse ediliyor. Risale-i Nur’u temsil etme hakkını tek başına elinde bulundurmayan ama toplumun büyük bir kesimi tarafından böylece tarif edilen bir oluşum, siyasi tavırlarıyla Risale-i Nur’a zarar veriyor. Nur talebeleri dünyevi ve siyasi maksatlı bir yapı olarak gösteriliyor. Bunun neticesinde Kur’an’ın elmas gibi yüksek hakikatleri, değersiz, manasız, kırılabilir cam parçalarına dönüşüyor. Risale-i Nur’un o siyasetten uzak, salt Allah’ın rızasını hedef kabul eden yapısı kamuoyunun nazarında ayan beyan zedeleniyor.
Evet musibet zahiren kötü. Dünya ölçeğinde zihinlerdeki İslamın terörle karıştırılması, lekelenmesi gibi, Türkiye çapında zihinlerdeki Risale-i Nur siyasetle kirleniyor. Elmas gibi olan Kur’ani hakikatlere zulüm ediliyor. Nur talebeleri devlete sızmaya çalışan, menfaati peşinde koşan adamlar zannediliyor.
Kur’ani hakikatlere ulaşmada önemli bir vesile zarara uğruyor, siyasi olaylarla bir arada anılarak değer kaybediyor. Gerçekten büyük bir musibet bu idrak edene.
İşte bu musibete karşı “Dini musibet karşısında sabredilmez” sırrını anlamamız ve gayrete gelmemiz gerektiği dersini çıkarmamız gerekiyor. Bu vakit dinlenme, eğlenme vakti değil “Risale-i Nur tehlikede, muhafaza et” dersini çıkarma ve buna muvafık olarak bir vazifeyi üstlenmek gerekiyor. Ehl-i risale yaşanan hadiselerden doğru dersi çıkarır ve gayretini arttırırsa musibetin şeklinin değişeceğini ve çok hayırlı neticelere ulaşılabileceğini düşünüyorum.
Bu zamana kadar yaşanan onca musibet neticeleriyle bu mesajı veriyor.
Hulasa bir Müslüman için bu dünyada her şey ya bizzat güzeldir ya da neticeleri itibarıyla güzeldir. Bu yaklaşıma sahip bir Kur’an talebesi için dine gelen musibetler dahi bizzat olmasa da neticeleri itibarıyla güzel olmalıdır. Çünkü güzelliklere gebedir. Minik bir yavrunun dünyaya gelmesi için annesinin sancı çekmesi gerektiği gibi İslami fütuhat için silkinmemiz ve gayrete gelmemiz için Yaratıcı bizi böyle musibetlerle imtihan ediyor.
Cenab-ı Hak şimdilerde acılarını yaşadığımız bu hadiselerin neticelerini güzelleştirerek, “Sevmediğiniz şey hakkınızda daha hayırlıdır” hükmünü bir kere daha öğretecektir inşallah.
Yeter ki bu musibete sabretmekle yetinmeyelim, çalışalım ve üzerimizdeki ağır yükün farkında olalım.
- Türkiye ve Erdoğan: (Gerçek) hilafet geliyor - 6 Ağustos 2016
- İhanetin kimlik teşhisi: Fethullah Gülen - 29 Temmuz 2016
- Tek yol “determinizm” mi? - 12 Mayıs 2016