Ne hale geldik

Ne hale geldik

Dünya bir buhran bir kriz yaşıyor, mutluluğu ve huzuru kaybetti. Halbuki çok üretiyorduk, fabrikalarımız vardı, zengindik, bilimsel araştırmalar çoğaldıkça teknoloji daha da artacak ve hayatımız kolaylaşacaktı ve buna 18. yüzyıl insanı “ilerleme ülküsü” demişti. İlerleme ülküsüne inanılıyordu ancak geldiğimiz noktada ileri mi gittik, geri mi? İnsani değerlerimizi mi feda ettik? İki harb-i umumi yaşadık, anarşi ve terör hâlâ devam ediyor, insanlar mutsuz, intiharlar durmuyor… Bir şeyleri kaybettik, nerede yanlış yaptık ve ne hale geldik…

Bediüzzaman 1950’li yıllarda sormuştu;

Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleriyle mi? Yoksa İslam cemiyetinin terütaze iman esaslarıyla mı?[1]

16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da başlayan ve giderek hız kazanan iktisadi değişim süreci, doğal olarak toplumsal dokuyu, ilişkileri, inanç ve değerleri de değişime zorlamıştır. Toprağa bağımlı ekonominin giderek paraya dayalı bir ekonomiye dönüşmesi, yeni meslek türlerinin ortaya çıkması, yeni sınıfların ortaya çıkışı ve yükselişi, toplumsal ilişki biçimlerini ve değerlerini alt üst etmiş, yeni ilişki biçimleri oluşmaya başlamıştır.

Ferd olarak insan, insanın toplumdaki yeri, değeri, siyasal iktidar ile ilişkileri, karşılıklı hak ve ödevleri giderek daha çok sorgulanmaya başlamıştır. Yerinden oynayan taşların yeni yerler bulması, bu yerlerin açıklanabilir, kabul edilebilir hale getirilmesi gerekmiştir.

Yerinden oynamış taşları yerine koyabilmek için elimize modern ideolojiler verildi; onlara göre düşündük, onlara göre yaşadık; insanı tanımladık, ekonomik bir hayvandır dedik; bitkinin kendini hayvan için feda etmesini, hayvanın insan için kendini feda etmesine baktık, “hayat bir cidaldir“, “büyük balık küçük balığı yutar” dedik. Müslüman toplumlar olarak kendi özel şartlarımıza bakmadan Batı’nın sorgulama ve çözümlerini olduğu gibi kabul ettik.

Dinimizden şüpheye düştük, dini değerlere savaş açtık, her alanda dini dışladık ve onun yerine dünyevi değerlerler ve bilimi koyduk; -halbuki bir millet dinsiz yaşayamazdı- insanı maddi bir varlık olarak görmeye başladık. Ortaçağ insanının tanrısı vardı, modern insanın bilimi vardı, bir de bunun her ikisini reddeden nihilistler (hiççilik) ortaya çıktı.

Batı’da başlayıp ve dünyanın küçük bir köy haline gelmesiyle bütün dünya toplumlarına yayılan değişimi anlamak için Dr. Alexis Carrel’e kulak verelim:

İçtimai hayatımızı organize ederken zihnimizin bir takım heveslerini ilmin verilerine tercih ettik. İdeolojilerin zaferi medeniyetin mağlubiyeti demektir.

Ahlaki serbestiyet ve vuku bulan değişiklikler, bilindiği gibi kadınla erkeğin hususi faaliyetlerinde bir karışıklığa sebep olmuştur. Kadın artık kadın olarak kendisinden beklenen şeyleri yapamıyor, yahut yapmak istemiyor; bunu neticesinde de millet hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından gün geçtikçe düşüyor.

16. asırda yaşayan atalarımız düşünmeden tanrı sevgisi yerine menfaat sevgisini ikame ettikleri zaman bunun hasıl edeceği neticeleri asla tahmin etmemişlerdi. Ekonominin ön plana alınması neticesinde, sanayide ihtilal oldu, liberalizm gelişti, zenginlik fevkalade arttı ve hayat şartları düzeldi. O zaman Avrupa’da nüfuz bakımından hayret edilecek bir çoğalma oldu ve ham maddelerle pazarlar için şiddetli bir mücadele baş gösterdi. Bu umumi harbi doğurdu, onun neticesinde de müthiş karışıklık oldu. İşte hayat kendisine itaat etmeyen insana böyle cevap verdi.[2]

Bazı teorisyenlere göre, tarih boyunca insanoğlunun iki mücadelesi olmuştur. Birisi doğa ile olan mücadele, ikincisi insanın insanla mücadelesi. Doğa ile olan mücadele aletleri ortaya çıkarıyor; aletler sanayileşmeyi, sanayileşme kirlenmeyi meydana getiriyor, kirlenme dünyayı yaşanmaz hale getirdi. Çevre kirlendi, su kirlendi, küresel ısınma vb. İnsanın insanla mücadelesi silahları ortaya çıkarıyor; silahlar savaşları, savaşlar ölümleri ortaya çıkarıyor. Özellikle modern dönemdeki silahlar toplu ölümlere ve katliamları netice vermiştir.

İkinci dünya savaşından sonra bir U dönüşü yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Doğa ile olan mücadelede çevre bilinci oluşmaya başladı ve bir takım örgütlenmeler ortaya çıktı. İnsanın insanla olan mücadelesinde demokrasi ve insan hakları gelişti. Dünya üzerinde devletler düzeyinde ekonomik, siyasi ve sosyal örgütlenmeler başladı ve bugün de devam ediyor.

21. yüzyıl dünyasında bütün bu yaşananlara bakarak durup düşünmenin ve beraber bir şeyler yapmanın zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Kaybettiğimiz değerlere sahip çıkalım, hayatı bir cidal olarak görmeyelim, yardımlaşma olarak bakalım, sadece kendi menfaatimizi düşünmeyelim, insanlara merhamet edelim. İnsanı sadece ekonomik bir varlık olarak değerlendirmeyelim, manevi yönünü görmezden gelmeyelim. İnsanlar midesinin ihtiyaçlarını karşıladıkları gibi aklının, kalbinin ve ruhunun da ihtiyaçlarını karşılasınlar. İnsanları renk, dil, din ve kültürüne göre ötekileştirmeyelim, “Yaratılanı yaratandan ötürü sevelim.” O zaman huzur ve mutluluk uzak değildir.

Bütün bunları yapabilmek için de içinde bulunduğumuz sistemi sorgulamayla işe başlamamız gerekmektedir. Bu noktada “Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alakadar olan içtimaiyyun ve ahlakiyyunların kulakları çınlasın![3] sözünden hareketle “meydan okuyucu bir sosyoloji”ye ihtiyacımız bulunmaktadır.

Bir meydan okuyucu sosyoloji yapmanın zamanıdır. İçinden çıktığı toplumun egemen entelektüel arayışlarına muhalif olan toplumsal hareketlerin sosyolojik okumalarını yapmak ve onların katkılarının var olup olmayacağını gündeme getirmek en azından bilimsel etik olarak yaşadığımız entelektüel coğrafyaya karşı sağır, dilsiz ve kör olmamaktır.[4]

Kaynakça:

[1] Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996.

[2] Carrel, Alexis, İnsanlar Uyanın, Arifbolat Yayın Evi, İstanbul, 1959.

[3] Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996.

[4] Yıldırım, Ergün, İslam Toplum Tasavvuru, İz Yayıncılık, İstanbul 2015.

Mehmet Kaplan
Latest posts by Mehmet Kaplan (see all)
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.