YAZMAK KELİMESİNİN YAZGI ile aynı köklere sahip olduğu ve bir yönüyle günah, kötü iş, bed kader manalarına geldiğini okumuştum bir kitabın kapağında. Okuma ve yazmaya verilen kutsiyeti bildiğim bir dinde yazmanın kendi başına kötü bir iş olduğunu söyleyemem elbette, ancak yazan insanlara ekseriyetle hor bakıldığını pek çok kez müşahede ettim. Yine çoğu kez bu yönde tenkitlerin, yazının içeriğinden ziyade, hatta bazen ne yazdığı bile okunmadan yazarın vatan, din ve dünya gibi konulardaki duruşundan kaynaklandığını da.
Orhan Pamuk da dindar çevrede yetişen her gencin maruz kaldığı kara listenin başında gelenlerden. Bu konuda etraflı bir eleştiri yapmaya girişmeden çevrem itibarıyla duyduğum yakıştırmaların çoğunun sathi, yazıdan bağımsız değerlendirmeler olduğunu söylemekle yetiniyorum. Zira bu yönde hangi eleştiri sahibiyle konuşsam ve “Peki hangi kitabını okudunuz?” diye sorsam, ya böyle kitapları okumanın muzırlığından, ya bâtılı tasvirin safi zihinlerin idlali olduğundan yahut da birkaç kitabının ilk elli sayfasını okumaktan öteye geçmeyen cevaplar aldım. İtiraf ediyorum ben Orhan Pamuk’un tümüne yakın kitaplarını okudum. Ve Nurcuların önemli bir vazifesi olan “Sözlerin neşri” görevinin ifası kapsamında uzun zamandır düşündüğüm bir fikir olan Risale-i Nur’a dair roman yazmak hayalimle ilgili bu yazarın kitaplarından yola çıkarak birkaç şey söylemek istiyorum.
Türkiye gibi mistik edebiyatın tesirindeki ülkelerde sözlü ve yazılı pek çok sanat dalında, halka hitap eden eserlerde bu ögelerin kullanıldığı bir vakıadır. Nitekim okuduğumuz kitap olan Risale-i Nur’un temel akıl yürütme yöntemi olan meseller de mistik unsurlar barındırmaktadır. Söz gelimi ıssız sahra, seyahatteki neferler, kovalayan arslan, kökleri kemiren fareler, kapıya dönüşen ejderha ağzı, konuşan şeytan, bir hücre içine bir yıldız başına giren seyyah, saraylar, yalnız börek yiyen garip mahlukat, başka diyara açılan bir geçit olan havuz vs. kuvvetli bir gelenekten beslenen mistik benzetmelerdir.
Bu misallerle örülü pek çok hikayeyi çocukluktan beri dinleyen, düşünce dünyamızı buralardan çıkardığımız fezlekelerle kuran büyük bir cemaat olarak Nurcuların, ne yazık ki bu mesellere muhatabiyet ve neşir vazifesinden anladığı; yirmi dört altının yirmi dört saate denk geldiğini bir kişiye daha aktarmanın haklı gururunu yaşamaktan öteye geçemiyor. “Kalanını sen tabir edebilirsin” cesaretlendirmesine dahi; başa dön yeniden tabir et, bir de Batı gözüyle tabir et, bir de bedbaht neferin gözünden gör temsilin dünyasını, sonra yine baştan tabir et şeklinde bir ilgimiz olmuyor. Sonuç olarak ortaya Sezai Karakoç’un beni yazmaya teşvik ve teşci eden şu değerlendirmesine ehil bir entelektüel edebi çevre ortaya çıkıyor:
Tarih açısından çok kısa sayılacak bir dönem içinde, yalnız Risale-i Nur için bine yakın dava açılması, artık konuya arızi bir vaka gözüyle bakılamıyacağını, tarihi ve sosyolojik açıdan incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Ama bu noktada profesörün kalemi, gazetecinin kalemi belli bir peşin hükmün buyruğu altında. SARALI KALEMLER GİBİ…[1]
İlgim itibarıyla buradan Risale-i Nur’un temsili hikayeler deryasından ortaya gerek konjonktüre hitap eden gerekse klasik ve edebi bir zirveye oturacak yeni hikayelerin adem-i intişarı yükü altında kalıyorum. Ancak kimsenin bu hazineyi keşfedemediğini söyleyemem çünkü bu yazının başlığındaki isim başta olarak Mesnevi, Hüsn-ü Aşk, Risale-i Nur gibi “temellükümüzde olduğunu sandığımız” eserleri çoktan karşı cenahın ellerine ve kalemlerinin insafına bırakmış durumdayız.
Yalçın Küçük, Sadık Albayrak delice Orhan Pamuk’u, Elif Şafak’ı, Ahmet Ümit’i, İhsan Oktay Anar’ı eleştire dursun; dindar bir camiada, Nur cemaatinde yetişen bir genç olarak kitapçıya gittiğimde bu insanların kitaplarını görmem, bu insanların kitaplarını okumam ve ortak özellikleri Mesnevi mesellerini, Sadi’nin beyitlerini ve tahmin ediyorum yakında keşfedecekleri bir alan olarak Risale-i Nur temsili hikayelerini bu insanların sapık cinsel teamülleri, ehl-i gaflet nazarları, firavunane fikriyatlarıyla mülevves halde okumanın, dolayısıyla da zihinsel dünyamın bu insanların ellerinde yoğrulmasının hesabını nasıl vereceğimi düşünüyorum ben.
Yukarıda bahsettiğim yazarların kitaplarını elbette ahir zamanda bir rehber edinme çabasıyla alıp okumayız, lakin üniversite entelijansiyası içinde bu kitaplarla ister istemez arızî yahut enfüsi bir etkileşime giriyoruz.
Bu noktada sorunun çözümüne yönelik üzerimize düşenin “Baki bir dava fani şahıslara bina edilmez” düsturunu taşıyan bir topluluk olarak, İslam davasının baki olduğunu ne kadar biliyorsak, küfre hizmet edenlerin davalarının da kıyamete kadar süreceğini ve şahısları çürüyüp toprak olsalar da bıraktıkları eserlerin menfiyatının devam edeceğini fark etmek olduğunu söylemek isterim. Devlet hazinesini komünist, anarşist gruplara hibe eden bir iktidara ne kadar karşı çıkacaksak; doğrudan itikadi ve ameli dünyamıza etki eden edebi hazinenin ehl-i dünya eline teslimine misliyle razı olmamamız gerek.
Bu itibarla Orhan Pamuk’un Yeni Hayat isimli romanının muhteşem açılış paragrafından bahsetmek istiyorum. Belki isimlerin ardına geçip eserleri eleştiriye vesile ve üzerimize düşen vazifeye riayetsizliğimizi nasıl kendi vecihlerine çevirdiklerini görmeye, Risale-i Nur mesellerine dair edebiyat yapmakta teşvik edici olur. Paragraf şöyle:
Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masamın başındaydım ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil, beni ben yapan her şeyde gösteriyordu. Öyle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: aynı anda hem bütün aklımı körleştiren hem de onu pırıl pırıl parlatan bir ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkla daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini hissettim. Masada oturuyor, oturduğumu aklımın bir köşesiyle biliyor, sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım değişirken ben yeni kelimeleri ve sayfaları okuyordum.[2]
Lisede Gençlik Rehberi’ni okuduğumda hissettiğim tam da böyleydi, hakeza üniversitede On İkinci Söz’ü. Devamında bir kitap etrafında teşekkül eden topluluğun giderek asıl amaçlarını unutması ve yeni gelenlerin tamamen gayeden uzak bir hale bürünmesi anlatılıyor. Kahraman “her şeyi çözecek bir melek” arayışıyla topluluğa intisap etse de kurgu genelinde melek, kahramanın ulaşamadığı bir kız olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan da iyi bir analojiyle kahramanı takip eden ajanlara topluluğun başkanının saat tutkusu nedeniyle kod adı olarak birer saat markasının ismi takılıyor. Bu ajanlar kahramanın hareketlerini kaydediyorlar. Münker Nekirin zaman içindeki kayıtlarını güzel bir anlatış.
Hakeza Pamuk’un bir başka kitabı olan Kara Kitap’taki “Hepimiz O’nu Bekliyoruz” bölümünde mehdiyetle nasıl dalga geçildiği, “Harflerin Esrarı ve Esrarın Kaybı” bölümünü okuyan bir gencin ebced hesabına ne gözle bakacağı ya da İhsan Oktay’ın Yedinci Gün’ünde yine mehdiyetin alaya alınması… Nurculara göre önemsiz, bana göre hayati önemdeki şeyler.
Bundan bahsetmemin sebebi bu yazarların veya başkalarının sahipsiz alanlar olarak gördükleri külliyatların karşısına geçip oradaki bedi temsillerin sırtına kendi ideolojilerini yükledikten sonra “tanin sizden bal benden” demeleri.
Bir gün biri bir kitap yazar, kitap çok satanlar reyonuna konulur, kitabında bir kadın bir erkek aynı havuzda yıkandıktan sonra gözlerini pek acip bir aleme açar, orada buldukları saraydaki eğlencelere karıştıkları sırada, bir meczup gelip onlara manevra meydanından, biletten vesaire bahseder ve sonunda iki aşık bunların hiçbirine inanmayarak bu garip diyardan kurtulmanın yolunu bulur… ve biz halen edebiyat yapılıp yapılmaması gerektiği üzerine konuşuyor olursak gerçekten üzüleceğim.
Mesellere eğilmedikçe onları sirkate açık bırakıyoruz. Zira görebildiğim kadarıyla eskiyen Mesnevi hikayeleri yerine, güncel edebiyat kendine başka kovanlar aramakta.
___________________________________________
[1] Bekir Berk, Nurculuk Davası, s. 748.
[2] Orhan Pamuk, Yeni Hayat, s. 7.
- Sanat nedir? - 1 Haziran 2020
- İki siyer üslubu ve yenik düşen anlatımımız - 18 Ocak 2020
- Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı ve Nurculuk - 24 Haziran 2019