Ötekileştirilmeyen oruçlar

Ötekileştirilmeyen oruçlar

Ramazan bereketli bir rahmet gibi gelir, mis kokulu rengârenk mağfiret çiçekleri açar, azaptan kurtuluş meyveleri bırakıp –zahiren- ayrılır. Bu ayrılık bazı kalplerin sevinci, bazılarının ise hüznüdür. Ramazan ayının bitişini, açlık acısı ve oruç mükellefiyetinin sona erişi olarak gören nefsine mûtî kalpler sevinirler. Ramazan ayının bereket, rahmet ve mağfiretinden daha fazla istifade etmek isteyen kalpleri ise derin bir hüzün kaplar.

Hüzünlü kalpler ve vicdanlardan “elveda, ey şehr-i Ramazan!” nidaları yükselir. Oysa Ramazan besmele gibidir. Ona ancak başlanır. Çünkü şehr-i Ramazan tüm ayları kuşatan bitmez bir bereket ve tükenmez bir servettir. Bu hakikatten gaflet edildiğinde oruç ayı –tüm bereketiyle birlikte- bir ayda tüketilen, diğer aylara sirayet etmeyip çarçabuk unutulan bir ay muamelesi görür.

Ramazan ve orucun ötekileştirilmesi kadar büyük bir gaflet olmasa gerektir. Zira oruç her türlü ötekileştirmenin en tesirli ilacıdır. Bu manadaki orucu ötekileştirmek ise, içinden çıkılması müşkül dehşetli ötekileştirme girdaplarına kapılmaktır. Ötekileştirdikçe ötelemektir, ötelenmektir, uzaklaşmaktır. Uzaklaştıkça yalnızlaşmak, yalnızlaştıkça da yabancılaşmaktır.

Oruç ile insan ötekileştirdiği ne varsa hepsi ile tekrar yakınlaşır, tanışır, sever, dost olur. En başta Yaratıcısıyla… Oruç ile ötekileştirici gaflet perdeleri bir bir açılır. Yerçekiminin ağırlıkları bırakılırken, gökçekiminin cazibedar seyahatlerine kanatlar çırpılır. Oruç Allah’ı bilmek, tanımak manasında en güzel ve saadetli bir Esma-i Hüsna yolculuğudur.

Oruç en başta Allah’ı Rahman, Rezzak, Mün’im, Meşkûr gibi isimleriyle tanımaktır.  Bu öyle bir tanımaktır ki gerçek açlığı bilinçli olarak tatmayan hiçbir varlık -melekler bile- bu marifete ulaşamaz. Kendini sınırsız hür zanneden bir nefis, nimetlerle terbiye edilen bir kul olduğunu oruçla anlar. Ne kendine, ne de nimetlere malik olmadığının şuuruna varmasıyla ise Rab, Mürebbi, Malik gibi isimlere parlak bir ayna olur.

Orucun yaşattığı acziyet ile Kadir ismini, perhiz ile Şafi ismini, iftara kadar açlığa sabretmekle Sabur ismini, maddi ve manevi kirlerden arınmakla Kuddüs ismini, hayatın hassas dengesini yakalamakla Adl ismini, tüm cihazları iktisatlı ve hikmetli kullanmakla Hakem ismini, kesretten kurtulup vahdete yaklaşmakla Ferd ismini, cismen incelip ruhen kuvvet kazanmakla Hayy ismini ve aklın, kalbin, ruhun, sırrın fabrikalarını faaliyete geçirmekle Kayyum ismini, benlik sevdasından vazgeçip ilahını tanımakla Allah ismini yeniden yeniye keşfeder. Oruç ile melekleşerek, küllileşerek hakiki manada Allah’a bir muhatap olur. Öyle bir muhatabiyet ki ezeli kelam olan Kur’an-ı Kerim’i ilk indiği andaki gibi –derecesine göre Resul-i Ekrem’den (ASM), Hz. Cebrail’den (AS), Mütekellim-i Ezeli olan Allah’tan işitiyor gibi- dinleyebilir, anlayabilir, yaşayabilir. Oruç ilahi kelama hakkıyla muhatap olabilme makamına çıkaran bir miraç gibidir.

En acayip ötekileştirme insanın kendisini unutmasıdır. Kendi kendine yabancılaşmasıdır. Oruç bu acayip ötekileştirme illetini de tedavi eden kıymettar bir ibadettir. Oruç ile insan çelikten, demirden bir vücudu olmadığı anlar. Yemek ve içmekten mahrumiyeti ile ne kadar aciz ve fakir olduğunu hakkalyakin idrak eder. Yalnız nefsinin olmadığını, sadece onun ihtiyaçlarının gidermek için yaratılmadığını fark eder. Aklının, kalbinin, ruhunun, sırrının yaratılış sırlarının da şuuruna vararak insaniyetini yeniden keşfeder.

Toplum hayatını zehirleyen en tehlikeli ötekileştirme ise zengin ile fakir arasındakidir. Tarih boyuncu birçok zulümler, düşmanlıklar, ihtilaller, savaşlar bu iki tabaka arasındaki köprünün yokluğundan kaynaklanmıştır. İslamiyet zekât emriyle zenginler ile fakirler arasındaki en sağlam bir köprüyü kurmuş, oruç emriyle ise bu köprünün temellerini insanın vicdanın derinliklerine kadar oturtmuştur. Oruç öyle dinamik bağlar tesis eder ki, herkes kendinden daha fakir olanların varlığını onunla yakinen hisseder ve ötekileştirmeden herkese karşı yardım hissini –insaniyetini muhafaza ederek- her daim canlı tutar.

Oruçsuz bir hayatta nimetler de, nimetlere şükür de ötekileşir. Oruç ile in’amın, nimetlendirme fiilinin, Mün’im isminin yakınlığı hissedilir. Her bir nimet Mün’im olan yaratıcı ile bağ kurmanın birer vesilesi olur. Oruç ile üç külli şuur kazanılır. Birinci olarak Mün’im, Rahman, Rezzak, Rab olanın yalnız Allah olduğunun şuuruna varılır. Nimetler doğrudan doğruya O’ndan bilinir, yalnız O’na minnettar olunur, yalnız O’na şükredilir, hamd edilir. İkinci olarak her bir nimetin ne kadar kıymetli bir ikram olduğu anlaşılır. Tek bir meyvenin soframıza gelmesi için bile koca bahar tezgâhı, hatta Güneş Sistemi, belki kâinatın çalışması gerekir. Bu kadar büyük bir masraf ile yaratılan bir nimetin fiyatı da manen o derece büyük olmalıdır. Üçüncü olarak ise insan nimetlere nihayet derece muhtaç olmakla birlikte nihayet derece fakir olduğunu ancak oruç ile fark eder. Oruç ile insan ebedi ihtiyaçlarının farkına varır. Bir meyveyi arzu ettiği gibi baharı da ister, sonsuz Cennete de büyük bir şevk ile talip olur.

Bu yüksek hakikatleri ihtiva eden bir orucu ötekileştirmeden yaşamanın en güzel tarzı Sünnet-i Seniyyedir. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam Ramazan ayından sonra da hayatında oruç ibadetine yer vermiştir. Ramazan’ın akabinde Şevval ayında altı gün oruç tutan Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam ümmetini de bu oruca teşvik etmiştir:

Kim oruçla geçirdiği Ramazan ayından sonraki Şevval ayında altı gün oruç tutarsa, bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olur. (Müslim, Sıyam: 204; Tirmizi, Savm: 53; Ebu Davud, Savm: 58)

Hz. Aişe (RA) validemiz, Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın her ay üç gün oruç tuttuğunu ve özellikle 13, 14 ve 15. günlerini tercih ettiğini rivayet etmiştir.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın bir Sünnet-i Seniyyesi de Pazartesi ve Perşembe günlerini oruçlu geçirmektir. Kendisine bunun hikmeti sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:

İnsanların amelleri Allah’a Pazartesi ve Perşembe günleri arz olunur. Ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum. (Ebu Davud, Savm: 60; İbn Mace, Sıyam: 42)

Oruç ibadetini on bir ayda da canlı tutmanın en güzel ölçüleri şüphesiz Sünnet-i Seniyyededir. Bununla birlikte ibadete çok düşkün kişilere de ebedi rehber olan Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam -ifrata düşmekten kurtaran- bir sınır ölçüsü vermiştir. Şöyle ki:

Abdullah ibni Amr ibni As (RA) her gününü oruçlu geçirir ve her gece Kur’an okurdu. Bir gün bu durumdan Peygamber Efendimiz’in (ASM) haberi oldu. Hz. Abdullah’a (RA) Peygamber Efendimiz’in (ASM) ilk sözü “Her aydan üç gün oruç tutman, şüphesiz sana yeterlidir” tavsiyesiydi. Hz. Abdullah’ın (RA) daha fazlasına gücünün yetebileceğini söylemesi üzerine ise tavsiyesini şöyle genişletti: “Şüphesiz senin üzerinde eşinin, ziyaretçilerin, bedeninin de hakları var. Bütün bu hakları yerine getirerek Davud Aleyhisselamın orucunu tut. Çünkü Davud Aleyhisselam insanların en çok ibadet edeniydi. O bir gün tutar, bir gün tutmazdı.” (Bkz: Müslim, Sıyam: 182)

Ramazan ayının bereketi ve feyziyle, Sünnet-i Seniyye dairesinde bütün bir yıla yayılan bir oruç ibadetinin insana kazandırdığı dünyevi-uhrevi nice güzellikler vardır. Bu öylesine anlamlı ve huzurlu bir oruçtur ki yalan, gıybet, iftira, ikiyüzlülük, kizb, öfke, kin, adavet, fesad, zulüm, kibir, hile, hiciv, alay, narsisizm gibi pest ahlaklardan tasaffi ettiren, arındıran sürekli bir perhizdir. Nefs-i emmarenin şişerek obezleşmemesi adına -insaniyete yakışır- şuurlu bir rejimdir. Şeytana atılan en büyük bir recimdir.

Mustafa Said İşeri
Latest posts by Mustafa Said İşeri (see all)
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.