Giriş ve bir izah*
İlk bakışta alakasız gibi görünse de gençlik, aile ve evlilik de dahil olmak üzere her meselenin tahlili öncelikle kişinin kendisini ve içinde yaşadığı kâinatı nasıl açıkladığı ile ilgilidir. Bu ince sır Bediüzzaman’a 1922 sonlarında ısrarlı davetler üzerine gittiği Ankara’da, herkesin zihin dünyasını yeni devlet rejimine odaklığı bir hengâmda tabiatperestlik fikrini çürüten Zeylü’z-Zeyl‘i yazdırmıştır. Yani Bediüzzaman’ın zihin dünyasını kişiler-partiler-devletler arası mücadeleden çok daha farklı bir mücadele şekillendiriyordu: İman-küfür mücadelesi. Biz de bu tebliğde bu çerçeveyi esas tutarak ontolojik temelimizi sağlam bir şekilde belirlemeye çalışacağız.
Varoluşumuzun temeli
İnsan, yapısı gereği, kendini nasıl tanımlıyorsa varoluşu da öyle tanımlamaktadır. Bunu tersinden ele almak da mümkündür: Eşyaya bakışı insanın kendine bakışını şekillendirir. Eşyayı ve varoluşu “tesadüf”e atfeden bir bakış açısı, kaçınılmaz olarak kendi hayatını da bir “rastgelelik” olarak tarif etmek zorunda kalacaktır. Günümüzde basitçe “vur patlasın çal oynasın” olarak yer etmiş hayat anlayışı, esasen çok derinlerde yatan bu varoluş krizinin günlük hayattaki yansımasından ibarettir.
Ama bu çeşit bir “life-style” dahi kutsalsız olamamaktadır. Zira insanoğlu fıtratının iktizasınca kendini aşan bir “üst gerçeklik” hakikatine hep ihtiyaç duymuştur. Mesele insanın ilahlığı inkâr edip etmemesinde değil ulûhiyet hakikatini kime ircâ ettiğinde düğümlenmektedir. İnsanlık tarihi, hele modern dönemler bu ulûhiyet meselesinde “arayış ama bulamayış”ın sayısız örnekleriyle doludur:
Hatırı sayılır sayıda insan, sözümona Allah’ı reddeden modern dünyanın, gerçekte Allah’ı reddederken O’nun yerine başka şeyleri ilahlaştırdığını söylemektedir. Mesela yeni rasyonalist okulun önde gelen temsilcilerinden Karl Popper, “Tanrıya karşı natüralist devrim, ‘Tanrının yerine ‘tabiat’ı geçirdi. Bunun dışında hemen her şey aynı kaldı” demektedir. “Teoloji yani Tanrıbilim yerini doğa bilime, tanrı yasaları yerini doğa yasalarına, tanrı iradesi ve gücü yerini doğa iradesi ve doğal güçlere; nihayet tanrı düzeni ve yargısı da yerini doğal ayıklamaya bıraktı.” Bir adım ileri giden Popper en önde gelen materyalist düşünürlerden Marx’ın bile Hegel’in izinde bir ‘tarih tanrısı’ icad ettiğini söyler. Edgar Morin ise Hristiyan dünyayı reddederek doğan ‘seküler Avrupa’nın, bu kez bir ulus devlet dini icad ettiğini söyler. Hatta muharref Hristiyanlığın teslis akidesi bile olduğu gibi durmaktadır. Sadece özneler değişmiştir: Baba Devlet, Ana Vatan, Oğul Ulus!*
Bakış açımızı bu çerçeveden şekillendirdiğimizde “din” ve “inanç” meselesinin, kimilerinin iddia ettiği gibi “vicdani bir mesele” diyerek günlük hayattan itelenemeyecek “hayatî” bir gerçek olduğu karşımıza çıkmaktadır. Esasen inanç her şeydir. Oy verdiğiniz partiden evleneceğiniz kişiyi tercihe kadar hayatın tüm yönlerine bakış bir inanç tercihini doğrudan içermektedir. Dolayısıyla şu sonuca rahatlıkla varabiliriz: İnsanoğlu tarafından ortaya konulan tüm bilgilerin gerisinde insanın varoluşu yorumlama tarzı yatmaktadır.
Varoluşa Vareden hesabına bakabilmek
Eğer kendi hayatımızdan başlayarak içinde yaşadığımız kâinattaki genel düzene biraz dikkatle bakacak olursak perde arkasındaki Düzenleyici ve onun birçok cilveleri yavaş yavaş insana göz kırpmaya başlayacaktır. Buna “nizamın sorunsallaştırılması” da diyebiliriz. Ne yazık ki pek çok insan her an konfor içinde yaşadığı bu âlemdeki mükemmel nizama sorgulamadan, diğer deyişle “hikmet nazarı” ile bakmadığı ya da bakamadığı için hayata ait yorumları da hikmetli bir şekilde yapamamaktadır. Fabrikayı görüp fabrikatörü hatırlayan insanlar kâinat fabrikasının sahibini düşünmemekte, tabloya bakıp ressama hayran olan insanlar bahar tablosuna bakıp çizeni hatıra getirememektedir. Bilhassa mananın unutturularak maddeye mahkûm edilen modern dönem insanı için durum ne yazık ki budur. Sonuç yukarıda da belirtildiği gibi “yalancı tanrılar” ile oyalanılan, net bir amacı olmayan rastgele bir hayattır.
Oysa “gerçek Sahibi” hesabına yapılacak bir kâinat okuması, bizi isimlerinin yansımalarıyla çepeçevre kuşatmış bir Yaratıcı ile karşı karşıya bırakacaktır. Yüzünü samimi bir şekilde maddeden manaya, arzdan semaya, mülkten melekûta çeviren her insan, Yaratıcının “iradesi” ile konuştuğu bu kâinatın ne gözle okunması gerektiğini “kelamı” ile konuştuğu Kur’an ile öğrenmeye adaydır. Kur’an-ı Hakîm’de, onun gerçek tefsiri olan hadis-i şeriflerde ve bu çizginin taşıyıcısı olan ehl-i sünnet çizgisinde varoluşun temelini açıklama açısından sağlam bir şekilde vurgulanan hakikat ise Risale-i Nur’da Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nda belirtildiği üzere şudur:
Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlahiyeye istinad eder.
Esma’nın zirvesi ve dengesi: Hz. Peygamber (asm)
İyi güzel de, Kur’an ile ve onun bize ders verdiği Esma-i Hüsna ile muhatabiyetimiz ne şekilde gerçekleşecektir? Teorik olarak makul görünen bu hakikatler “günlük hayat”ta izdüşümlerini ne suretle göstereceklerdir? Kur’an’a ve dolayısıyla esmaya muhatap olan her şahıs, yaratılış amacının gerektirdiği istikametli hayatı yaşayabilecek midir? “Ben ve Kur’an” merkezli bir hayat insana iki dünya mutluluğunu temin için yeterli midir?
Sorunun cevabı net bir biçimde “hayır”dır. Bunun için iki temel sebebe değinebiliriz: Evvela insana çok hikmete binaen derc edilen “nefs-i emmâre” onu birçok arızaya da dûçar etmektedir. Kur’an ise bizzat vurguladığı üzere her türlü arızadan münezzehtir. Dolayısıyla şek ve şüphelere müptela insanoğlunun böyle “makam-ı muallâ”daki bir hitaba hakkıyla muhatap olabilmesi mümkün değildir.
Faraza nefisteki tüm bu arızaları aşmış bir insan olsa dahi ikinci bir açmaz onu beklemektedir. Kur’an, kâinatta tecelli eden esmânın en üst mertebelerini temsilen, bütün yaratılmışlara hitap etmektedir. Risalelerdeki ifadeyle “Kur’an Arş-ı Azamdan, İsm-i Azamdan, her ismin mertebe-i âzamından’’ gelmişken insanoğlu için durum farklıdır. O da “çendan bütün esmaya mazhardır fakat kainatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intaç eden tenevvü-ü esma insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur.” Yani insanoğlu ne kadar deha da olsa Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasına mükemmel bir biçimde aynalık edemeyecektir. Herkeste galip olan bazı esmalar vardır ve bunlar onun fikir, his ve hareketlerinde belirleyici olmaktadır. Mesela evlilikte eşler arası ilişkiyle ilgili bir örnek verecek olursak kendisinde cemali isimlerin ağır bastığı bir erkek, eşi ve evi üzerinde gerektiği ölçüde otorite kuramama; celali isimlerin ağır bastığı bir erkek ise hanımına karşı kaba olma ve gerekli incelikleri sergileyememe gibi arızalar yaşayabilecektir.
Bu sebeple insana, her ismin âzam mertebesinden gelen Kuran-ı Hakim’e âzamî mertebede muhatabiyet sergileyebilecek bir mürşid lazımdır. Ve bu mürşid hayatı boyunca her anında celali-cemali her esmanın tecellisine “denge içinde” mazhar olmalıdır. O mürşid de elbette bizzat elçisi olduğu Kur’an’ın ders verdiği ve on dört asırdır ona ittiba edenlerin şehadet ettiği üzere Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamdır.
Bu nedenle Hz. Peygamber (asm) insanoğlunun “rehber-i mutlak”ıdır. Sadece vicdanın değil insana derc edilen bütün latifelerin istikametli kullanımını onda görürüz. Sadece camide değil sosyal hayatın her alanında nasıl bir duruş sergileyeceğimizi onunla talim ederiz. Sadece Allah ile insan arasındaki ilişkiyi değil insan ile insan arasındaki ilişkideki gerekli incelikleri de ondan öğreniriz.
Dolayısıyla “kâinatın direkleri” olarak tanımlayabileceğimiz esmaya uygun hareket ederek iki dünya saadetini temin etmek, Muhammed-i Arabî’nin (asm) ayak izlerini dikkatli bir biçimde takip etmekle doğru orantılıdır. Başta Kur’an ile beraber bütün hadis ve siyer kitapları o adımların içeriğiyle ilgili bir okyanustur. Onu oraya havale ediyoruz.
* Bu yazı Risale-i Nur Enstitüsü’nün düzenlemiş olduğu “Gençlik ve Ahlak” konulu panelin masa çalışmalarında tebliğ edilmek üzere hazırlanmıştır.
* (Metin Karabaşoğlu, Tehlikeli Denemeler–Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, s. 103 vd.)
- Bediüzzaman’ın siyaset mesleğinden iman mesleğine geçişine dair - 23 Kasım 2024
- Hadis inkârcılarının görmek istemeyeceği alan: Sahabenin sükûtunun ikrar olması - 6 Haziran 2024
- Kastamonu Lahikası’ndan İkinci Dünya Savaşı’na bakış - 25 Mayıs 2024