“Felaket ve helaket” asrındayız. “Şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda” yaşıyoruz. İnsanlık tarihinde yüz yılları alan, ağır ağır gerçekleşen değişim ve dönüşümler çağımızda birkaç yıl içinde, hızlı bir şekilde gerçekleşmekte ve bütün dünya üzerinde etkili olmaktadır. Yeni fırsatlara ve yeni kayıplara şahit olmaktayız. Hiçbir şey kararında kalmıyor. Her gün yeni bir dünyaya gözlerimizi açıyoruz.
Her geçen gün gerçeklikten uzaklaşıyor, gerçeklerle aramıza yeni yeni perdeler çekip, gerçekliğe dokunmadan hayal âleminde ve sanal bir gerçeklik içinde hayatımızı devam ettiriyoruz. İnsani değerlerden, sevgiden, saygıdan, merhametten, hürmetten adım adım uzaklaşıyoruz. Yaşanan değişimler ve dönüşümler bizi kendimize, fıtratımıza, toplumumuza ve değerlerimize yabancılaştırıyor. Yabancılaşmanın en büyüğünü metropol ve şehir yaşamında karşımıza çıkıyor.
Şehirlerde kısılmış olanlarımız, bir vakittir aynı sentetik hayatı sürdürüyoruz. Tavanı gökyüzü hissi verecek şekilde aydınlatılmış alışveriş merkezlerine gidiyor, ahşap görünümlü plastik sandalyelerde oturuyor ve çaya benzeyen kehribar rengi sıvılar içiyoruz. Arada biri kalkıp “Bu da çay mı yahu!” diyor. Ama sonra nasıl olsa unutuluyor. Yapay çimlerin üzerine yerleştirilmiş naylon çiçeklerle bezeli lokantalarda, tavuk olmayan tavuklar yiyoruz. Çocuklarımızı dört duvar arasında ekran karşısında büyütüyoruz. Başkalarının hayatlarını seyrettikçe onların da yaşamış kadar olacaklarını umuyoruz.
Bu durum artık bize normal geliyor ve yadırgamıyoruz. Kaybettiğimiz değerlerin ve yaşadığımız yabancılaşmanın farkında değiliz. Zira durup düşünmeye vaktimiz yok. Üç dakika durup yaşananları sakin bir kafa ile tefekkür edemiyoruz. Koşarken düşünmeye çalışıyoruz.
Her şeyin görüntülerden ibaret olduğu, hiçbir şeyin gerçek olduğundan emin olamadığımız, çoğumuzun gündelik hayatını sosyal medya üzerinden gerçekleştirdiği bir hayat sürüyoruz. Sosyal medyada ortaya çıkan bir sahte isim bir iki hafta içinde memleketin en tanınan kişilerinden biri haline gelebiliyor, yüz binlerce takipçi edinebiliyor, sözü dinlenip ciddiye alınabiliyor.
Artık savaşlar evvela sosyal medyada yapılıyor. Vatan kurtarılıyor veya kaybediliyor. Yaptığınız yorum ve paylaşımlarla safınız belli oluyor. Hain veya dava adamı olduğunuz paylaşımlarınızla ölçülüyor. Devrimler yapılıyor, fikirler çarpışıyor baharlar yaşanıyor veya kışlar… Cemaatler kurtarılıyor, dava muhafaza ediliyor, klavye kahramanları ortaya çıkıyor. Elini taşın altına koymayan, saatlerce sosyal medya başında oturan “klavye milliyetçilerine”, klavye kahramanlarına şahit olmaktayız…
Yaşanan dönüşüm ve değişimlerden klasik cemaat anlayışı da nasibini almaktadır. Artık klasik cemaat anlayışı da değişmiştir. Tele cemaatler, duygu cemaatleri, sanal cemaatler vb. ortaya çıkmaktadır. Bunların ortak özellikleri klasik cemaatlerin toprağa, etnisiteye, kana ve akrabalığa dayalı stabil özelliklerini aşarak yeni koşullarda var olmalarıdır. Bununla birlikte, eski zamanların kamusal alanlarına internetin yaygınlaşmasıyla birlikte “internet kamusal alanı” da eklenmiştir. İnternet ve sosyal medya üzerinden kamuoyu oluşturulmaya çalışılmakta ve oluşturulmaktadır.
Düşünürler, klasik medyayı temsil eden televizyon ile interneti karşılaştırmaktadırlar:
İnternet daha adem-i merkeziyetçidir, oysa televizyon merkeziyetçidir. Televizyon ile uzlaşmaya varmak daha mümkün iken internette bu sınırlıdır. Buna karşın internet daha zengin bir fikir üretimi sağlayarak az da olsa kamuoyunun oluşmasına katkı sağlamaktadır. İnternetin okuryazarlığı, bilgisayar okuryazarlığına dönüştürdüğünü, okuma yerine yazma yeteneğine önem kazandırdığını ifade etmekteler.
Sosyal medya aracılığıyla birçok yeni yazarlar (!) ortaya çıktı.
Kavin Robins, imaj adlı eserinde sanal cemaat üzerine yapılan çalışmaları inceler ve bazı yargılara ulaşır. “Siber-alanı postmodern zamanların ütopyacı vizyonu olarak görür. Ütopya ‘hiçbir yerdir’ aynı zamanda da ‘iyi bir yer’dir. Siber-alanda aynı şekilde ‘hiçbir yer’ – ‘bir yer’ olarak yansıtılmaktadır.” Robins’e göre sanal gerçekliğin, yanlış gitmekte olan bir dünyaya alternatif olabileceği duygusu öne çıkartılmaktadır. Gündelik hayatta kaybettiğimiz gerçekliği sanal alemde yakalamaya çalışıyoruz. Yanımızda duran muhabbet ehli kardeşimizden veya ağabeyimizden esirgediğimiz sohbet ve vakti tanımadığımız insanlara, sahte suratlara harcamaktayız. Kaybettiğimiz güveni, sohbeti, muhabbeti uzakta arıyoruz. Aranıyor/oysa biz hep burdaydık…
Robins, ağdaki sanal cemaatle, gerçek dünyada yitirilen değerlerin ve ideallerin sanal gerçeklik konumunda yeniden elde edilebileceği düşüncesinin yaygın olduğuna işaret eder. Sanal cemaatte grup aklı var, fakat karşılaşma yoktur. Hat bağlantısıyla oluşan topluluk var, fakat hiper-alanın yerleşik sakinleri yoktur.
Sanal cemaatte sosyal gerçekliğe dokunulamadığından bir takım şeylerin yanlış gittiği ve bunların düzeltilmesi gerektiği yönünde bir takım ideallerle hareket edildiğine şahit olunmaktadır.
Sanal cemaat kavramına kuşkuyla yaklaşılması gerekir. Cemaat aidiyet duygusunu, kolektif bilinci, dayanışmayı, ortak amaçlar adına davranmayı, benzerliği ve doğallığı simgelemektedir. Oysa internet ortamında oluştuğu varsayılan ilişkiler geçicidir, dayanışmadan yoksundur, aidiyet duygusunu sürekli yeniden üretmez. Belli bir sorun etrafında oluşan gruplar bile cemaat özellikleri yansıtmaz.
İnternetle beraber artık kimlik vücuttan kopmuştur. İnternette konuştuğumuz kişinin kim olduğunu bilmiyoruz. Bedenle kimlik arasında münasebet olmuyor. Görüntü var, ancak ruh yoktur. Bediüzzaman’ın “müfritane irtibat” tabirinin -belki bir veçhesini karşılayan- sosyal medyaya kurtarıcı gibi yapışmak çözüm olmasa gerektir. Zira sosyal medya, çoğu kez birbirinden bağımsız topluluk halinde olan kitlenin, ilgi ve çıkarlara göre örgütlenmesini temin eden ve harici ellerin müdahalesine açık bir alan özelliği taşımaktadır. Bu yönü ile toplum mühendisliğine çok uygun bir ortam olan sosyal medyada dolaşan bilgilere hakikat ehli itibar etmemelidir. Tahkiki elden bırakmamalı, ağda dolaşan bilgiler hayalin elinde kalmalı, gerçek hayatı ve gündelik hayatımızı şekillendirmesine izin vermemeliyiz.
Hayatımızda ve çevremizde doğruluğun, muhabbetin timsali olup yalan, hile ve iftira aşağılığına düşmemek hakikat ehlinin önemli bir düsturu olsa gerektir. Bediüzzaman’n dediği gibi:
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.
- Anlamak - 7 Ocak 2022
- Dağılmak - 13 Temmuz 2021
- Cevapsız kalan sorular… - 21 Haziran 2021
Maaşallah fikirlerin böyle tecessümü hakikate yaklaşmaya vesile oldu.