BAZI KİTAPLAR okunduğu ilk sayfalardan itibaren kendisi hakkında bir şeyler yazmak konusunda okuyucuyu teşvik eder, kendine çağırır, zora sokar. Bu yoğun duygunun kaynağı, sayfaların bazen bizde bir yerlere şiddetle dokunması, orayı tahrip etmesi, bazense dokunması gereken bir yer olduğu apaçık olan bu sayfaların bizde hiçbir tesiri olmadığını anlamamız, bu yüzden şiddetli bir eksiklik hissetmemizdir. Acaba cümlelerin bende yöneldiği bu yer tahrip edilmiş halde midir, başka cümlelerin istilasına uğradığından mı direnç vermemektedir, yoksa sessiz kalmanın faydasına ikna mı edilmiştir çoktan?
Tolstoy’un bir kitabını okurken yazmaya sevk eden bu sebeplerin hemen hepsi canlandı içimde. Kitabın ismi Sanat Nedir? Son derece sakin, kavgasız gürültüsüz bir soruyu kitabının ismine taşımış. Es geçebilirdim, on yılını devirmiş okurluğum çok iyi kitapların bile nasıl kolayca es geçilebileceğinin yöntemlerini veriyordu. Aynı okurluk tecrübem bu kitabın da diğerleri gibi “bitirilmesi gerektiğine” dair uyguladığı baskıyı, pekala bitirilip rafa kaldırıldıktan sonra “es geçilmesi gerektiği” noktasında da cömertçe sunabilirdi. Ama kitabın isminden mülhem bir soru gelip aklıma yerleşti. Gerçekten sakin, kavgasız gürültüsüz bir soru mudur şu “Sanat nedir?”, yoksa bunca yıldır öteleyerek, susamış gibi önüme geleni büyük bir dikkat ve heyecanla okuyup hayran olmamı sağlayan bir es geçme pratiğinin tezahürü müdür onu sakin diye niteleyişim?
Şiddetle çarpıyor görür görmez, neremize çarpıyor belli değil ama sendeletiyor. Üstüne gidersek ciddi bir tahrip gücüyle karşı karşıya kalacağımızı hissettiriyor. “Bu büyük adam böyle bir soruyu öylesine sormuş değildir” diyor içimden bir ses, acaba ben mi çok basit adamım, söz bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyor.
Tolstoy’un Sanat Nedir’ini okurken sanatla sığ veya derinlemesine bir uğraş içinde bulunanların, tam da başta yazarın dediği gibi, sanata dair fikirlere temkinle yaklaşmak adına, çelik zırhlarını sırtlarına geçirmeleri gerekir. Ancak bu saldırmak yahut salt hayatta kalmak için değil bilakis sonrasında zırhı dikkatle çıkarıp, saplanan okları birer birer ayırarak hangisinin hangi taraftan, ne için ve hangi şartlar altında atıldığını anlamaya çalışmak içindir.
Piramit işçiliği
Her ne kadar Tolstoy, alıntılama (öykünme) tekniğinin yazarın kendi duyduğu duygunun aktarımı olamayacağını, bunun okur nezdinde ancak yazarın alıntıladığı eseri okurken hissettiğinin taklidinden ibaret kalacağını, dolayısıyla gerçek bir sanat olamayacağını söylese de; bu yazının mahiyeti gereği sanat olma amacı taşımamasından, his değil düşünce aktarımı olan sözsel (sanatsal değil) bir tür oluşundan hareketle şu alıntıyla başlamak istiyorum.
Her büyük kentte müze, akademi, konservatuvar, tiyatro okulu, konser salonu, gösteri merkezi adı altında son derece büyük, göz alıcı binalar yapılıyor. Yüz binlerce işçi, zanaatçi: doğramacı, duvarcı, boyacı, marangoz, kaplamacı, kuyumcu, dökümcü, dizgici, terzi, berber… sanatın isterlerini yerine getirmek için ağır çalışma koşulları altında ömürlerini tüketiyor. İnsanoğlunun bunca güç, kaynak tüketen (sanat dışında) tek bir etkinlik alanı vardır, o da savaştır.
Bu cümleler kitabın ilk sayfalarında yer alıyor ve ardından ekleniyor.
Hepsi bu kadarla kalsa yine iyi, yüz binlerin ağır emeklerinden öte, tıpkı savaş gibi, insan yaşamlarını da yeyip yutuyor sanat. (s. 4)
Dekadanlığın geçici bir heves olmadığını Baudelaire ve Verlaine gibi meşhur şairlere ağır eleştiriler getirerek anlattığı sayfalardaki bir tespiti ise bu paragrafla çarpıcı bir şekilde ilintili. Öyle ki günümüz sanatı için harcanan emek ve iş gücüne (ki Tolstoy’a göre bu halkın değil varsılların sanatıdır) korkunç bir yönden bakmamızı sağlıyor.
Bunların dizgisi, düzeltisi, baskısı, ciltlenmesi için milyonlarca iş gücü harcanıyor. Piramitlerin yapımı için harcanandan daha az olduğunu hiç sanmam bunlara harcanan zamanın. (s. 104)
Piramitler. Bu kadarla bırakıyor yazar bu analojiyi, üzerinde durmadan geçiyor. Ancak etraflıca anlattıklarını kısaca nazara vermek için bu benzetişin bende çağrıştırdıkları üstünden gidebilirim. Piramide üç yönden yanaşmak gerek. Birincisi geniş bir alana yayılmış tabanı ki bu, bahsedilen sanatın yapım aşamasını, yani çalışan onca işçi ile sarf edilen onca kaynağı temsil ediyor. Piramidin tüm ağırlığının tabandan geçtiği de unutulmamalı. İkincisi piramidin en az yer kapladığı tepe noktası. Bütüne bakılınca varla yok arası bir şeydir, bu noktanın cirmi ki, o da sanatçıyı temsil ediyor. Tabii etkisine kıyasla noktacık hükmünde kalsa da, sanatçının çabası öyle tek kelimeyle anlatılmaz. Tolstoy’un şu serzenişli sorusunu buraya dahil edebiliriz: “İyi ama ona böylesine acı çekmesini emreden biri mi vardı? Hem de ne uğruna, nasıl bir iş adına çekiyor bu acıyı?” (s. 9) Ve son olarak piramidin karnında mumyalanan firavun bedeni de okuru, izleyiciyi, dinleyiciyi, sanatın yöneldiği kesimi ifade ediyor. Buraya nereden ulaşıyorum. Kitabın üzerine kurulduğu temel savdan kısaca bahsetmem gerek önce.
Estetiğin kurucusu Baumgarten’den kendi zamanına kadar olan belli başlı kuramları birkaç paragrafla da olsa ortaya koymaya çalışıyor kitabın ilk bölümünde. Şöyle isimler var listede: Burke, Kant, Shiller, Schelling, Hegel, Schopenhauer, Darwin, Spencer… Sonra bunların estetiğe nedendir bilinmez, hep aynı sınırlı kavramlar üzerinden yaklaştıklarını belirterek hepsini bir köşeye ayırıyor. Kavramlar da şunlar: iyi, güzel ve gerçek. Sonuç paragrafını alıntılayalım.
Bütün estetik bu plan üzerine yapılandırılıyor. Gerçek sanata bir tanım getirmek, sonra da falanca türden yapıtlar bu tanımın kapsamı içine giriyor mu girmiyor mu ve buradan yola çıkarak da sanat nedir, ne değildir konusunda bir yargıya varmak yerine, belli bir grup insanın (her nedense) hoşuna giden belli birtakım yapıtlar sanat sayılıyor ve sanatın tanımı da özellikle bu yapıtları içine alacak biçimde yapılıyor. (s. 43)
Peki bu noktaya nasıl gelindi?
İrdelediği ana çelişki ve belli ki Tolstoy’u bu kitaba on beş yıl vermeye zorlayan dogma burada. En az kitabın ismi kadar sakin, kavgasız bir soru var aklında: Neden birileri bu sanat denilen şeyi anladığını iddia ediyor ve onların anlamlandırması üzerine piramitler inşa ediliyor da, kimse kral çıplak diyemiyor? Cevabını şöyle bir tahlile borçluyuz.
Gerçek sanatın özü duygu aktarımıdır, gerçekliğin yanında iyi sanat ise dinsel bir temelde şekillenen sanattır. Dünyanın ve dinlerin gelişimi içinde halkların buyrukla Hristiyanlaştırılmaları sonucu, Hz. İsa’nın (as) öğretisinden kopup puta taparlığa yanaşan bir kilise dini ortaya çıkıyor ve sanat bu baskı ile şekilleniyor. Ancak yine de bunun halkın doğup geliştiği dünya görüşüne uygunluğu noktasından gerçek bir sanat olduğunu söylüyor yazar. (s. 58) Ta ki sanat üretme imkanlarına sahip olan varsılların bu sahteleşen dinden soğuyup fakat yerine benimseyecek bir dinden de mahrum kalmalarıyla dualizm peyda olana dek. Tolstoy’un sınıflamasıyla halk gerçek sanatta devam ederken varlıklı kesimin içinde bulunduğu koşullar onları taklit bir sanata yöneltmiş.
Sanat taklidi
Ve işte sanat (insanların dinsel bilinçlerinden doğan duyguları ne kadar yansıttığına değil, sadece ne kadar güzel olduğuna, başka bir deyişle insana ne kadar haz verdiğine bakılarak değerlendirilen sanat) bu insanların arasında doğup gelişti. (s. 61)
Bir önceki alıntının son cümlesi durumu açık bir şekilde ortaya koyan bir tezadı barındırıyor. Önce haz veren sanatın (!) ürün olarak üretilmesi, ardından bu ürünü de kapsayan kuramların yazılması. Peki taklit yakıştırması nereden çıkıyor? Bunu da basit bir aldanmaya bağlıyor Tolstoy. İçinde bulunduğumuz ortamdaki insanların duygularının çok önemli, çok çeşitli, çok anlamlı olduğunu zannetmemiz yanılgısı. Oysa varlıklı kesimin duygularının hiç de karmaşık olmayan üç duyguya indirgenebileceğini söylüyor. Bunlar: gurur, cinsel tutku, yaşamdan gelen sıkıntı. Bunları çeşitlemek adına da sanatçıya hazzı besleyen ürünler vermek kalıyor. İşte bu sınırlılıktan ötürü artık yapılan şeyin sanat değil olsa olsa taklit bir sanat olacağını iddia ediyor. Ve bu taklit çeşitlemesi uğruna nelerin göz ardı edildiğini hayret, esef hatta tiksintiyle izlerken “sanatta anlamsızlığın, çirkinliğin artık burası son nokta deyip duracağı yer neresidir gerçekten de” diye merak ediyor. (s. 44)
Dinsel bilinçten kaynaklanan duygular sonsuz çeşitliliktedir ve bunların hepsi yepyeni duygulardır, çünkü dinsel bilinç insanın dünyayla kurduğu yeni ilişkileri gösterir; oysa haz arzusundan kaynaklanan duygular hem son derece sınırlıdır, hem de nice zamandır bilinen, sayısız kez dile getirilmiş duygulardır. (s. 79)
Eleştiri
Bu yazıda Sanat Nedir kitabının yalnız ilk bölümünden bahsedebileceğimden, bu taklit sanatın gelişimi ve nasıl olup da bu raddeye geldiğine dair analizlerden çarpıcı bir tanesine daha yer vermek isterim. Belki de bu kitabın dürüst bir kitap olduğunu hissettiren şey baştan beri kasıntı olmadan yahut doğal bir akışla bahsedildiği süsü verilen şiirsel bir yapaylıkla sanat denilince aklımıza gelen isimlerden, eserlerden övgüyle söz etmemesi. Baudelaire gibi, Mallerma gibi, Monet gibi, Beethoven gibi sanatçılara karşı kasıntı bir beğeni gayretine girmeden, bunların yapıtlarının kendinde uyandırdığı anlamı (daha doğrusu anlamsızlığı) gizlemeden söylüyor Tolstoy. Belki bunu yapabiliyor çünkü kimse bu isimleri anlamsızlıkla, hazcılıkla, taklitçilikle itham etti diye ona karışamaz, en azından sanattan anlamaz bir hödük olduğunu iddia edemez. Konuştuğumuz insan Tolstoy’dur çünkü. Daha güçlü bir vakıa var ki o da, benim gibi birinin bu şahıslara yönelteceğim sitemin, dönüp bana “sanattan anlamamak” yargısıyla geleceğidir. Burada devreye giriyor modern sanatın muhafızı, eleştiri.
Sanat kendinin gerçek, sahte, iyi, kötü gibi yanlarını ortaya koyabilecek ölçütlere ihtiyaç duyar. Ancak bu kıstaslar oluşurken çatallık yine kendini gösteriyor ve halk sanatı kendine iç ölçüt olarak dini bilinci alırken bundan yoksun varsılların sanatı dış ölçütlere yöneliyor. Bununla ilgili şöyle diyor yazar:
Bu dış ölçüt, en eğitimli insanların zevkleri, daha doğrusu eğitimli oldukları varsayılan insanların otoriteleri, yalnız otoriteleri de değil, böyle insanların otoritelerine ilişkin söylenceler olacaktır. (s. 132)
Eleştiri mekanizmasının tohumunu böyle tanımlıyor Tolstoy. Bu tohum sanatın vadettiği herhangi bir hazdan yoksun kalmak korkusuyla, ne yapıp edip bunu korumaya almak kaygısı arasında bocalayan insanların mülkiyetindeki topraklarda yeşerip, kaçınılmaz bir mihenk olan eleştiri çınarını netice verecek. Gelinen noktada gerek eleştirinin otoritesi karşısında gerekse içsel haz arayışının yegane çaresi olarak başvurulmakla daima tesirinde kalındığından giderek alışılmıştır (anlaşılmış değil çünkü Tolstoy’a göre bugünün sanatının anlaşılır bir tarafı yoktur) modern sanata. Bu alışma neticesinde oluşan “beğenisi iğdiş edilmişler topluluğunun” kendilerinin de pek bir şey anlamadığı ancak katlanmak durumunda kaldıkları bir klasik müzik dinletisi, bir opera gösterisi, bir tiyatro veya saçılmış sözlerden ibaret bir şiir kitabı karşısındaki ruh hallerini şöyle ifade ediyor yazar:
Büyük olasılıkla da öncü, eğitimli, ayrıcalıklı oluşlarına ilişkin yeni bir diyet daha ödediklerini ve bu ayrıcalıklarını pekiştirdiklerini düşleyerek… (s. 152)
Dinsel bilinçten mahrum olan sanatın, gerçek bir sanat olmak için hiç değilse insanlığın evrensel duygularını aktarması ve en azından bu çatı altında bütün insanlığı birleştirmeyi amaçlaması gerekirken bir kısım insanı ötekilerden ayırarak birleştirdiğinden günümüz sanatını kötü sanat kabul ediyor. (Kitapta günümüz sanatı derken elbette 1800 sonları kastediliyor ancak bundan yüz yıl sonra durumun müspet yönde pek değişmediğini görmekteyiz.)
Kritik
Tolstoy’un son derece sert şekilde eleştirdiği yapıtların birçoğunu iyi sanat olarak değerlendirdiğimi, bunlardan ayrıcalıklı bir his duyduğumu söylemeliyim. Sanat Nedir’i okuduktan sonra bu eserleri dinlerken, okurken veya izlerken şu sorunun cevabını arıyor olacağım: Acaba bu Beethovenlar, Mozartlar, Shakespeareler, Proustlar, Joycelar, Van Goghlar, vesairelerin sanatını anladığım veya en azından anlaşılır olabileceğini düşündüğüm için mi beğeniyorum, yoksa sırf bunları sevmek, bunların hipnotizmasına boyun eğmek üzere bir eğitimden geçerek beğenim iğdiş edildiğinden mi bu böyle?
Kaynak:
Sanat Nedir?, Tolstoy, çev. Mazlum Beyhan, İş Bankası Kültür Yayınları, 11. Basım, 2020.
- Sanat nedir? - 1 Haziran 2020
- İki siyer üslubu ve yenik düşen anlatımımız - 18 Ocak 2020
- Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı ve Nurculuk - 24 Haziran 2019