Tevekkül ve dereceleri

Tevekkül ve dereceleri

TEVEKKÜL KELİME MANASI olarak Allah’ın taksimatına ve kazasına razı olup teslim olmak manasına gelmektedir. Lakin imana taalluk eden birçok meselede olduğu gibi tevekkülün de çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve makamlarının olduğunu söylemek mümkündür. En asgari ve çekirdek manada tevekkül hakikatine bakıldığında tevekkülün tanımı tüm şartları yerine getirdikten ve kul olarak bütün vazifemizi yaptıktan sonra neticeye razı olmak ve takdiri Allah’tan bilmektir.

Bediüzzaman’ın da Sünuhat risalesinde tevekkülü şöyle tarif etmiştir:

Tertib-i mukaddematta tevfiz tembelliktir, terettüb-i neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir; mevcuda iktifâ dûnhimmetliktir.

Tertib-i mukaddematta tevfiz tembelliktir” hükmünün manası (yukarıda da bir nebze bahsedildiği gibi) neticeye ulaşmakta vasıta olan sebeplerin terk edilip Allah’a havale edilmesidir ki bunun karşılığı tembellikten başka bir şey değildir.

Terettüb-i neticede tevekküldür” ifadesi ise insanın kul olarak üstüne düşeni yapması, sebeplere riayet etmesi ve gereken bütün şartları yerine getirmesinden sonra sonucu Allah’a havale etmesi manasına gelmektedir. Mesela bu konuda sürekli örnek olarak verilen tarlayı ektikten ve gerekli şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek üzerine düşünebiliriz. Ama bu örneği biraz daha ileri taşıyıp şu tefekkürü de kendi dünyamızda yapabiliriz:

Nasıl ki Yunus aleyhisselam denize atıldığında ve balık onu yuttuğunda bütün sebepler sukut etmiş ve ona necat verecek zatın hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem de cevv-i semaya geçebilmeliydi. Aynen öyle de bir çiftçi toprağa tohumu attığında ve gerekli şartlar sağlandığında da bütün sebepler sukut etmiş gibi bir durum yaşanıyor. Çünkü bulutları toplamak, yağmuru yağdırmak, buğdayın kızarıp olgunlaşmasını sağlamak için güneşi istihdam etmek ve bütün bunlar insanın elinin ulaşacağı ve gücünün yeteceği şeyler olmadığı için tevekkül etmek ve neticeyi Allah’tan beklemek gerekiyor.

Tüm bu mukaddime ve izahlardan sonra başta değindiğim tevekkülün mertebelerine bir göz atalım:

İmam-ı Gazali hazretleri bir eserinde tevekkülün mertebeleri ile ilgili şunları söylemektedir:

Tevekkülün üç derecesi vardır:

Birinci derecesi yetenekli bir vekile güvendiği gibi Allah’a güvenmek, işini ve davasını O’na emanet ve havale etmektir. (Lakin insanın avukatına güvenmesi, tevekkülü, vekâleti çok sınırlı bir alanı kapsamaktadır.)

İkinci ve daha kuvvetli bir derecesi küçük çocuğun annesine güvenmesi ve ona sığınması gibi Allah’a güvenip sığınmaktır. Bilindiği gibi küçük çocuk yalnız annesine güvenir ve korkup tehlike hissettikçe koşup onun kucağına girer. Onu bulamadığı zaman da “anne!” diye çağırır ve ağlayarak onu arar. Çünkü annesinin şefkatine inanmış ve onun koruyuculuğuna güvenmiştir. (Ama yine de bu tevekkül birinci dereceden yüksek olsa bile sınırlıdır.)

Üçüncü ve en üstteki tevekkül derecesi ise “gassalın önündeki meyyit gibi” Allah’a teslim olmaktır. Ölünün gassala teslimiyeti çocuğun annesine olan teslimiyetinden daha kuvvetlidir. (Çünkü çocuk her ne kadar annesine güvense ve sığınsa da bazı şeylerin kendi istediği gibi olmasını talep eder. Ancak ölü ise her türlü istek ve talepten uzaklaşmış gassalın önünde adeta yok olmuştur.)

Tüm bu mertebelerden sonra şunu tekrar vurgulamak gerektir ki tevekkül hakikati meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirmez çünkü bunlar Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ve izin verdiği şeylerdir. Vekilin emrine uymak, onun izin verdiği dairede ve izin verdiği ölçüde hareketlerde bulunmak onu vekâletten azletmek veya onun isteklerine ters gitmek anlamına gelmez. Tam tersine ona olan güvenin ve itaatin pekişmesi anlamına gelir. Fakat tevekkül gayrimeşru sebepleri terk etmeyi gerektirir. Çünkü bu sebepler vekilin nehyettiği ve yasakladığı şeylerdir. Bu sebeplere başvurmak ona güvenmemeyi ve onu dinlememeyi ifade eder. Bu da vekâletin bozulması anlamına gelir.

Dolayısıyla tevekkül doğrudan doğruya Allah’a olan imanımız ve inancımıza taalluk eden bir meseledir. Tevekkül imanın meyvesi olduğu için iman ne kadar sağlam olursa tevekkül de o nispette sağlamlaşacaktır. Bediüzzaman da bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

Tüm bunların yanında hakiki manada tevekkül etmenin dünyevi ve uhrevi bir kısım faydalarına bakacak olursak: Mü’min her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde olduğunu bildiği için hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mü’min bilir ki Allah onun hakkında bir musibeti takdir etmiş ise bundan kurtuluş yoktur. Eğer Allah takdir etmemiş ise hiçbir güç ona zarar veremez. Bu tevekkül ve düşüncesi mü’mini rahatlatır ve cesur kılar. Mesela müşrikler İbrahim aleyhisselamı putların kızgınlık ve gazabıyla korkutunca o da şöyle cevap vermiştir:

Sizin Allah’a ortak yapacağınız şeylerden korkmam. Fakat Rabbim benim için bir musibet irade ederse ben ondan korkarım.

En’am, 6/80

Zünnun bu meselede şöyle demiştir: “Tevekkül sahte ilahları reddetmektir.” Bu sözdeki sahte ilahlardan maksat sebepleri etki ve tesir sahibi görmek manasına gelmektedir. Çünkü sebeplere bu nazarla bakanlar sebepleri ilahlaştırmakta ve az önce belirttiğimiz gibi “vekâletin şartları”nı bozmaktadır. Halbuki sebeplere bakışımız şu şekilde olmalıdır:

Esbab bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören kudret-i Samedâniyedir. Çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktizâ eder. Sultan-ı Ezelî’nin memurları saltanat-ı Rubûbiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rubûbiyetin temâşâger nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar kudretin izzetini, Rubûbiyetin haşmetini izhâr içindir; tâ umûr-ı hasîse ile kudretin mübâşereti görünmesin.

Sözler, Yirmi İkinci Söz

Dolayısıyla daha tevhid hakikatini anlayamayan veya içselleştiremeyen insanların tevekkül hakikatini anlayıp bu hakikati bir hayat pratiğine dönüştürmeleri mümkün gözükmemektedir. Yani hem dünya hem de ahiret saadetinin temel taşı olan iman hakikati bu meselemizde de kilit bir öneme sahiptir.

Ve yine tevekkül eden insan “Evet, her hakikî hasenât gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir” hakikatini bilerek hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hâdise karşısında titremez.

Netice olarak “Kadere iman eden kederden emin olur”, tevekküle yaslanan ruhî hastalıklardan kurtulur, her iki cihanda da mesut ve bahtiyar olur.

Ahmet Feyzi Karabacak
Latest posts by Ahmet Feyzi Karabacak (see all)
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.