Veciz bir varlık tasavvuru: Hoca Tahsin Efendi’nin meşhur şiiri

Veciz bir varlık tasavvuru: Hoca Tahsin Efendi’nin meşhur şiiri

MUHAKEMAT’I TEFEKKÜR ederken eserin bütünlüğü içinde üzerinde düşündüğüm Hoca Tahsin’in dört mısralık şiiri aynı dönemde gerçekleştirdiğimiz “Yirmi Dördüncü Mektub” müzakeresinde de karşıma çıkınca daha bir ilgimi çekti. Kısa bir süre sonra bir namaz dersinde “Yedinci Şua”da da aynı şiirle karşılaştığımda Hoca Tahsin’e yönelik merakım biraz daha arttı. Risale-i Nur’da başka nerede geçtiğini araştırdığımda şiirin bu üç yerin dışında bir de Şuaat isimli eserde yer aldığını gördüm. Eserlerini kaleme alırken “harice boykotaj” prensibiyle hareket etmesine rağmen Bediüzzaman’ın bu manidar şiiri dört kez farklı dönemlerdeki eserlerinde zikretmesi gerçekten dikkat çekicidir. Aşağıdaki tabloda şiirin bu dört yerdeki halleri karşılaştırılmış ve farklılıklar kalın yazı tipiyle gösterilmiştir.

Orijinal HâliMuhakemat (1911)Şuaat (1920)Mektubat (1930’lar)Şualar (1940’lar)
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

Sutur-ı hâdisât-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-ı tabiatta

Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

Sutur-ı kâinat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dud

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-ı hakikatte

Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdûd

Sutûr-ı hâdisât-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dûd

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-ı hakikatte

Mücessem lâfz-ı mânidârdır âlemde her mevcûd

Kitab-ı âlemin yaprakları envâ-ı nâmâdud

Huruf ile kelimâtı dahi efrâd-ı nâmahdud

Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-ı hakikatte

Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud

Sütûr-ı hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâma’dûd

Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-ı hakikatte

Mücessem lâfz-ı mânidardır âlemde her mevcud

Bediüzzaman’ın eserlerinde bu şiir ilk olarak Muhakemat’ta geçiyor ve Hoca Tahsin’e ait olduğu belirtiliyor. Şiirin akabinde “Hoca Tahsin’in ‘nâma’dud’ ve ‘nâmahdud’dan muradı nisbîdir, hakikî lâyetenâhîlik değildir” yorumu yapılıyor. Şuaat’ta şiirin altında sadece “Tahsin” ismi yer alırken Risale-i Nur’un Mektubat ve Şualar isimli eserlerinde ise düşünürün ismi zikredilmiyor. Bediüzzaman’ın Yirmi Dördüncü Mektub’da bu şiire yer verirken –neredeyse yarısını değiştirerek– ciddi bir tasarrufta bulunması ise dikkatten kaçmıyor. Bu mektupta şiir için “hakikatli şiir” nitelendirmesi de yapılıyor.

Bediüzzaman bu şiiri eserlerine aldığı dört yerde de “tabiatta” kelimesini “hakikatte” şeklinde değiştirmiştir. (Buna bağlı olarak hem Mektubat hem de Şualar’da “basılmış” yerine “yazılmış” değişimi de yapılmıştır.) Risale-i Nur’da “tabiat” kelimesi eleştirel bir yaklaşımla ele alındığından varlıktan bahsedilirken “kâinat”, “âlem”, “mahlûkat”, “mevcudât”, “masnuat” gibi kelimeler tercih edilmektedir. Zira bu kelimeler Kur’anî kavramlar olup Kadir, Rabbü’l-âlemin, Halık, Vacibü’l-vücud, Sani gibi Esma-i Hüsna’nın tecellilerini hatırlatmaktadır. Üstad “kitab-ı kebir-i kâinat, kitab-ı kâinat, kâinat kitab-ı kebiri, mücessem bir kitab-ı sübhani” gibi tabirleri/temsilleri eserlerinde sıklıkla kullanmıştır.

Metin Karabaşoğlu Köprü dergisindeki bir makalesinde Risale-i Nur’da tercih edilen kelimeler konusunda sergilenen hassasiyete dair şu önemli tespitte bulunmaktadır:

Risale-i Nur’un hiçbir yerinde şu içinde yaşadığımız “âlem-i şehadet” için “tabiat” kelimesi kullanılmaz. Kâinat, mevcudat, masnuat, mahlukat kelimeleri, nüanslarıyla birlikte, şu âlemi ifade için kullanılan başlıca kelimelerdir. “Tabiat” ise Risale-i Nur’da reddedilen, mevhum olarak görülen bir mefhumdur. Kâinatı ifade etmez. 

Üstad Bediüzzaman’a göre –Kur’anî nazarla bakıldığında– dünya bir mezra, ayineler mecmuası, ticaretgâh, seyrangâh ve misafirhane şeklinde temsil edilebileceği gibi aynı zamanda bir Samedanî kitap olarak da görülebilir. “Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil belki başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar.” Üstadın nazarında kâinat her sayfasında nice kitaplar, her satırında nice sayfalar, her kelimesinde nice satırlar, her harfinde nice kelimeler ve her noktasında da nice kitaplar bulunan muhteşem ve mucizevî bir kitap mahiyetindedir.

Nasıl ki bir kitap –bahusus öyle bir kitap ki her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış, her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış– kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hatta her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var. İşte böyle bir kitap evsâf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir.

Hoca Tahsin’in meşhur şiiri Risale-i Nur’un dört yerinde de tevhide ve kâinat tasavvuruna dikkat çekildiği yerlerde geçmektedir. Muhakemat’ta akîdenin dört unsurundan birincisi olan tevhid hakikati izah edildikten sonra mesele özetlenirken bu şiire de yer verilmiştir. Kâinattaki varlıklar sayısınca tevhid delillerinin olduğu ve her varlığın da okunup anlaşılması gereken birer kelime olduğuna dikkatler çekilmiştir. Şuaat’ta ise tevhidin üç büyük delili olan Kur’an-ı Kerim, Muhammed aleyhissalatü vesselam, kâinat zikredilmiş ve kâinatın tüm zerreleriyle tevhidi ilan ettiği vurgulanırken bu şiire de yer verilmiştir.

Yirmi Dördüncü Mektub genel manada tevhidin ve kâinattaki muhteşem değişimin (teceddüd, tebeddül, tagayyür) hikmetlerinin ve sırlarının anlatıldığı bir risaledir. Şiir bu mektuptaki “Dördüncü Remiz”de geçmektedir. Bu bölüm Allah’ın sonsuz cemal ve kemalinin her türlü tecellilerini görmek ve göstermek istemesi sırrından bahseder. Bunun ise her şeyin sürekli tazelenmesini ve yenilenmesini gerektirdiği vurgulanır. Kâinatın da –büyük bir kitap gibi– yeniden yeniye manidar yazıldığı, akıl ve şuur sahipleri tarafından sürekli okunduğuna dikkat çekilir. Bu temsilin akabinde Hoca Tahsin’in meşhur şiirine yer verilmesi gerçekten çok yerinde olup okuyucunun tefekkür ufkunu genişletmektedir.

Şiir, Risale-i Nur’un tarih kronolojisi bakımından son olarak Yedinci Şua olan Ayetü’l-kübra risalesinde bulunmaktadır. Bu risale otuz üç mertebesinde otuz üç külli delil ile tevhidin ispatının yapıldığı, bir nevi kâinatın haritasının çıkarıldığı ve muhteşem bir kâinat tasavvurunu ders veren bir eserdir. Şiir, eserin “Berahin-i Tevhidiye” bölümünün “ikinci menzil”inin sonunda meselenin özetlendiği kısmında yer almaktadır. İkinci menzilin beş mertebesinde Allah’ın nihayetsiz kibriya ve azameti, fiillerinin nihayetsiz ve mutlak oluşu, sonsuz kudreti, vahidiyeti ve ehadiyeti izah edilmektedir.

Hoca Tahsin’in bu şiiri pek çok yazı ve eserde alıntı olarak yer almıştır. Necib Âsım 1876’da İstanbul’a geldiği zaman hemen her köşede bu levhaya rastladığını kaydetmiştir. Hoca Tahsin’in Paris arkadaşı hattat Vahdetî’nin hattıyla birçok taş baskısı yapılan bu meşhur şiir levha olarak birçok duvarı ve camekânı zinetlendirmiştir.

Bediüzzaman, Hoca Tahsin Efendi’yi ittihad-ı İslam düşüncesindeki selefleri arasında saymıştır. Eski Said dönemi eserlerinden İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinde bu durumu şöyle ifade etmiştir:

Bu meselede seleflerim Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir.

Hoca Tahsin Efendi (1811-1881) son dönem Osmanlı düşünürlerindendir. Osmanlı’da yeni açılacak Darü’l-fünun için fen bilimleriyle ilgili dersleri okutacak öğretim üyelerinin yetiştirilmesi ve Paris’teki Mekteb-i Osmanî’nin öğretim kadrosunda görevlendirilmesi maksadıyla –Selim Sabit Efendi ile birlikte– 1857’de Paris’e gönderilmiştir. Hoca Tahsin 1867’de Paris’e gelen Namık Kemal ve Yeni Osmanlılar ile dostluk kurmuştur. Ancak Yeni Osmanlılarla dostluğunu sürdürmekle birlikte onlarla siyasi faaliyet içine girmekten ise uzak durmuştur. İstanbul’a döndükten sonra 1869’da kuruluş aşamasında olan Darü’l-fünun’a müdür atanmıştır. Lakin 5 Aralık 1870’teki “Terakkiyat-ı Ulum” başlığını taşıyan konuşması ciddi tartışmalara yol açtığından görevinden uzaklaştırılmıştır.

Hoca Tahsin Efendi başta modern astronomi olmak üzere fen bilimlerinin öneminin anlaşılması için ciddi gayret sarf etmiştir. Fen bilimlerinin verilerine dayandırmak istediği görüşlerini Kur’an ayetleri ve hadis-i şeriflerle de irtibatlandırmaya özen göstermiştir. Hoca Tahsin kâinatın büyüklüğü, yaratılışın sırrı, insanın kâinattaki yeri, hayatın mahiyeti ve varoluştaki gaye gibi sorulara cevap bulmaya çalışmıştır. Bir materyalist olarak tanıtılmak istenmesine rağmen ulûhiyeti inkâr etmek, maddeyi ezelî ve ebedî saymak, ölümden sonra varoluşu kabul etmemek, ruhu kabul etmeyip insanı sadece fizyolojik varlığa indirgemek gibi materyalist tutumlar eserlerinde kesinlikle görülmemektedir. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Şerḥu’l-Mevâḳıf’ını elinden düşürmediği belirtilen Hoca Tahsin Efendi gördüğü kuvvetli medrese tahsili yanında şahsi merak ve gayretiyle elde ettiği şer’î ve naklî ilimlerden aldığı güçle yazı ve sohbetlerinde metafizik meseleleri de vukufiyetle işlemiştir. İslâmiyet’in medeniyete ve ilerlemeye mani olduğu yolundaki iddialara karşı çıkmış ve bu tür fikirleri çürütmek için gayret göstermiştir.

Hoca Tahsin’in bahsi geçen meşhur şiiri Târîh-i Tekvîn yâhûd Hilkat isimli eserinin yirminci sayfasında geçmektedir. Bu eser öğrencisi Nâdirî Fevzî’nin gayretleriyle Hicri 1310 (Miladi 1893) yayımlanmıştır. Fevzî bu esere dikkatleri şu sözleriyle çekmiştir:

Onda Halik-i Hakiki’nin ‘azameti ile cihanın suret-i hilkat ve mukadderatını ve cihanda hükümferma olan istikmal-i da’imiyi ve hayat-ı ebediyyeyi ve şu’a’-i nur-ı ilahi olan ‘akl-ı beşer sayesinde zuhura getirilen fünun-ı mütenevvi’anın hüküm sürdükleri ezmanla icra ettikleri ahkamını bildirip ruhumuzu ebediyyet, fikrimizi ‘ulviyyet nurlarına müstağrik eyler.

Evet “Tarih-i Tekvin” bize emr-i rabbani ile fezada yüzen bunca ecramın büyüklüğünü ve bu büyüklüğe karşı fezanın nihayetsizliğini ve nihayetsizlik içindeki kudret ve ‘azamet-i Bari’yi ve cümlesine nazaran Küre-i Zemin’in küçüklüğü arasında nev’-i beşerin ehemmiyyetsizliğini –tehzîb-i ahlaka medar olmak üzere– anlatır.

“Tarih-i Tekvin”i mütala’a eden erbab-ı basiret kendi mahiyyet-i şahsiyyesini ta’yinle ‘azamet-i kibriyadan havf u haşyet ederek garaz ve gururu bertaraf etdikden sonra ne serdiy-yi felekden pür-futûr ve ne de germiyyi dehrden pür-gurûr olur.

Adından anlaşılacağı üzere Târîh-i Tekvîn yâhûd Hilkat kâinatın varoluş sürecini ve yaratılış hakikatini konu edinen kozmoloji alanında bir eserdir. Düşünür eserinde bu büyük hakikatin jeoloji, astronomi, kozmografya, mekanik, kimya, zooloji, botanik, coğrafya, cebir ve yüksek matematik ilimlerinin birikimiyle anlaşılabileceğini savunmuştur. Hoca Tahsin yüksek felsefe (felsefe-i a’la) olarak nitelendirdiği maddilikten sıyrılmış ve cismanilikten arınmış bir ilahiyat ilminin ise –yeni bilgiler üretmese bile– kıyaslarının inceliği ve yüksek maksatlarının genişliğiyle akıl erbabınca benimsendiği ve diğer ilimler aracılığıyla üretilen bilgiyi hem derinleştirdiği hem de olgunlaştırdığını şöyle savunmuştur:

Maddiyyatdan müberra ve cism-i cismaniyyatdan münezzeh ve mu’arra olan felsefe-i a’la, ma’lumat-ı cedide i’ta edemezse de, akîsesinin usul-i deka’ik-vusulü ve makasıd-ı celile-i haka’ik-şumûlü ‘akl-ı selim ve tab’-ı müstakîmin makbûli olup sa’ir ‘ulum vasıtasıyla akdem iktisab olunan ma’arifı ta’mik ve ikmal eder.

Ancak Hoca Tahsin bu eserinde “Yalnız eşhas değil enva’ ve ecnası bile tebeddül u teceddüd etmektedir. Pute-i tabi’atda tagayyür etmez bir şey var mıdır?” anlayışıyla evrimci anlayışı okşayan görüşlerine de yer vermiştir. Evrim kuramını yetersiz bulan Hoca Tahsin “Darwin’in bu hususa da’ir ifâdâtı her ne kadar kâfi mertebede değilse de mesleği beyan-ı tekvîne ve felsefe-i hakîkiyyeye muvafık olmakla ikmal olunacağında kat’an iştibah olunmaz” diyerek bu fikrin olgunlaştırılabileceğini ve kendi yaklaşımıyla çelişmediğini belirtmiştir. Bu durum ise onun eleştirilmesine yol açmış ve fikirlerinin geniş bir sahada rağbet görmesinin önünde perde teşkil etmiştir.

Hoca Tahsin Efendi neticede “Sani’-i hakîkî ber-vech-i meşrûh ta’dad olunan meratib-i mütevâliyye ve ‘avalim-i müterakkiyyenin ma-fevk u ‘alasında ve hey’at-ı mecmû’alarının maverasındadır. Ol feyyâz-ı mutlak menba’-ı enhâr-ı ‘amme-i ka’inat olup vücûd-ı sermedisi asla bir şeyden mevlûd ve müştakk değildir. Cenab-ı Barî istikmal ve tagayyürden beridir” sözleriyle de belirttiği gibi her şeyin yaratıcısı olarak Sani-i hakiki olan Allah’ı görmektedir. Her şeyin varlığının Allah’ın sermedi varlığından kaynaklandığını belirtmiştir. Allah’ın olgunlaşmak ya da bozulmak gibi her türlü değişimden münezzeh sermedi bir varlığının olduğunu vurgulamıştır. Bu sebeple Hoca Tahsin’in fikirlerinde eleştirilmesi gereken husus ilah tasavvuru değil hilkat tasavvurunun bazı kısımlarına yönelik olmalıdır.

Hasıl-ı kelam Hoca Tahsin Efendi’nin birçok yazı ve eserde alıntılanan meşhur şiiri hem Eski Said dönemi eserlerinde hem de Yeni Said’in Risale-i Nur külliyatında yer almıştır. Bu veciz ve hakikatli şiir varlık tasavvuruna dair kapsamlı ve derin bir bakış açısı sunduğundan her dönemin tefekkür dünyasında hak ettiği değeri bulmaktadır.


Kaynakça:

Bediüzzaman Said Nursi, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=14&risale=-1&sayfa=391

Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, “Yirmi Dördüncü Mektub”, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=1&risale=-1&sayfa=408

Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, “Unsur-u Akîde”, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=12&risale=-1&sayfa=147

Bediüzzaman Said Nursi, Şuaat, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=14&risale=-1&sayfa=267

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, “On Yedinci Söz”, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=0&risale=-1&sayfa=286

Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, “Yedinci Şua”, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=3&risale=-1&sayfa=223

Metin Karabaşoğlu, “‘Müsbet Milliyetçilik’ Var mı?”, Köprü, Sayı: 52, Güz 1995.

Ömer Faruk Akün, “Hoca Tahsin”, TDVİA, Cilt: 18, 1998, https://islamansiklopedisi.org.tr/hoca-tahsin

Remzi Demir ve Bilal Yurtoğlu, “Unutulmuş Bir Osmanlı Düşünürü Hoca Tahsin Efendi’nin Târîh-i Tekvîn yâhûd Hilkat Adlı Eseri ve Haeckelci Evrimciliğin Türkiye’ye Girişi”, Nüsha, Yaz 2001, http://isamveri.org/pdfdrg/D02424/2001_I_2/2001_I_2_DEMIRR_YURTOGLUB.pdf

Mustafa Said İşeri
Latest posts by Mustafa Said İşeri (see all)
Share

2 thoughts on “Veciz bir varlık tasavvuru: Hoca Tahsin Efendi’nin meşhur şiiri

  1. S.aleykum
    Rabbim feyzinizi arttırsın.

    Alıntı yaptığınız cümle Ahmed Ramiz’in bastığı her iki Divan-ı Harb-i Örfi’de aşağıdaki gibidir.
    Bu meselede seleflerim Cemaleddin-i Efganî, Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey ve Sultan Selim’dir.

    Cümle verdiğiniz şekilde olunca insanın aklına “Madem ki müfrit Alim, o zaman neden Selef olarak kabul ediyorsun” ya da “ittihad-ı islamı hedef tutan Namık Kemal diye neden özellikle belirtilmiş; bu özelliği dışında Namık Kemal sorunlu birisi mi” gibi sorular akla geliyor.
    Selam ve dua ile

    1. aleykümselam enes bey kardeşim,
      tahkikiniz için teşekkür ediyorum. nüsha farklılıkları konusu önemli bir mevzu ve buna dair ilmi çalışmaların tamamlanması acil bir ihtiyaç gerçekten. malum üstad hazretleri, eski said dönemi eserlerini 1950 sonrasında bizzat kendisi tashih ettikten sonra yayımlanmasını istiyor. günümüzdeki yayınevleri de haklı olarak bu son tashihi esas alıyorlar. elbette bu tashihlere dair kaynakların tahkikli olarak ortaya konması lazım. müzakereyi ve yorumu da bundan sonra yapmak daha anlamlı olur.
      ali suavi ile ilgili “müfrit” ifadesini başından kaldırsanız onun sıra dışı ve gerçekten müfrit bir kişilik olduğunu değiştirmeniz mümkün değil. üstadın saydığı bu kişileri her yönüyle benimsemiş olması mümkün değil. kendisi de “ittihad-ı islam” kaydıyla onları selefi olarak kabul ettiğini belirtiyor. ancak elbette bu durum başka konularda hiçbir eleştirisi olmadığı ve onları her açıdan “selef” kabul ettiğini anlamını taşımayacaktır.
      kaleme aldığım yazıda da aslında bunun bir örneği var. hoca tahsin efendinin şiirini üstadın eserlerine alması onun dünya görüşüne ve tüm fikirlerine bütünüyle katıldığı anlamına gelmemektedir. malum üstad muhakemat’ta “bizim bir kürt” diyerek abdullah cevdet’in ve mektubat’ta da “fena ve fani bir adam” diye zikrederek tevfik fikret’in veciz sözlerini de kitabına almıştır.
      katkınız için tekrar çok teşekkürler, çok selamlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.