İndigo çocuklardan toplumsal eneye

İndigo çocuklardan toplumsal eneye

Bir insan, doktor olabilmek için 15 yılı aşkın süre eğitim görüyor. Bir de bu meslekte bir dalda uzmanlaşmak istese artı birkaç yıl daha. Sadece okul okuyanlar açısından değil usta-çıraklıkta da bu böyle. Ustasının yanında zanaat öğrenmek isteyen bir çırak çoğu yerde yıllarını harcıyor. Yani “insan bu dünyaya taallümle tekemmül etmeye gelmiş” [1] hakikati bu örneklerde tezahür ediyor.

İnsanın “taallümle tekemmül etmeye gelmek” özelliği aynı zamanda başka bir hakikati daha içinde barındırıyor. Yukarıda verilen örnekler “maksuda ulaşmak için bazı istidatların kazanılması, bazı kritik zamanlardan geçilmesi” iktizasının örnekleri. Yani bunların ilan ettiği bir diğer hakikat de bu dünyanın “hikmet dünyası” olma özelliği: Her şeyin bir sistem içinde, belli bir zaman içinde, belli noktalardan geçerek belli sonuçlara bağlanması. Bediüzzaman Said Nursi bunu şöyle ifade ediyor: “Evet dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezasıyla olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor.” [2]

Evet, dünyadaki işler, emirler tedrici oluyor, basamak basamak icra ediliyor. Tertib-i eşya [3] da denilen bu kanun, mu’cizeler gibi olağanüstü durumlar haricinde bütün fiiller için geçerliliğini muhafaza ediyor. Bir binanın temeli atılmadan çatısı kondurulamıyor mesela. Ya da matematikte dört işlemi öğrenmeden fonksiyonlara geçiş yapılamıyor. Veyahut 2013 senesini yaşamadan 2014’e ait bir anı olamıyor; çünkü hikmet-i hilkat gereği her şey zamanla mukayyed…

Her şey sıra sıra oluyor dedik. Bu da sebep-sonuç neticesinin vuku bulması anlamına geliyor. Çünkü bir şey veya olay veya durum kendinden önce meydana gelen şey/olay/duruma bağlı olarak ortaya çıkıyor. İnsanlığın ilk zamanlarda bedevi, yaşadığımız anda ise medeni oluşunun sırrı da burada. Çünkü teknoloji için de aynı kural geçerli. Tekerleğin icat edilmesinin günümüzdeki otomobillere bir temel teşkil etmesi bunun en bariz örneklerinden biri.

Kâinatta her şey –zerresinden küresine, taş gibi en şuursuzundan insan gibi en şuurlusuna kadar- bir terbiyeden geçiyor. Cenab-ı Hakk insanları terbiye ediyor. Yani hikmetini başta kendisi, “olmasaydın eflaki yaratmazdım” [4] dediği Habibini beşerin medenileşmeye en yakın olduğu ya da ona en ihtiyaç duyduğu anda dünyaya göndererek icra ediyor. Yani ardında azim bir menfaatin olduğunu bilerek yapıyor bu işi.

Öte yandan Cenab-ı Hakk insana peygamber vasıtasıyla gönderdiği hükümlerle nefsini terbiye etmesini emrediyor. Nefsini terbiye edenlerin “ala-yı illiyyin”e çıkacaklarını, nefsinin esiri olanların da “esfel-i safilin”e düşeceklerini [5] ilan ediyor. Bediuzzaman Said Nursi, insanın aczinin ve fakrının bilincinde olması gerektiğini aksi takdirde emredilen bu “terbiye olunmuşluk”tan uzaklaşıp firavunlaşacağını örnekleriyle ifade ediyor.

…….
Allah insanları ve cinleri yaratma gayesi olarak O’nun tanınmasını ve O’na ibadet edilmesini [6] gösteriyor. Yeryüzünde O’na itaat eden “topluluklar” istiyor. Aczini ve fakrını bilip O’nun kudret ve gınasına istinad eden topluluklar istiyor; firavunlaşmış, nefsini ilahlaştırmış güruhlar değil. Dolayısıyla insanların başta kendilerinin iman etmesini istiyor, ardından onların da diğer insanları hidayete davet etmesini emrediyor.

…….

Bu noktada insana düşen vazife çok açık: “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez” [7] sırrınca başta nefsini terbiye edecek, sonra diğer nefislerin ıslahına çalışacak. Ta ki Cenab-ı Hakk’ın murad ettiği itaatkâr topluluklar (hikmet-i imtihanın iktizası çerçevesinde) küre-i arzı doldursun.

Peki, nefsini ıslaha çalışan kişinin bir adım ötesindeki hedefi kim olmalıdır?

Aslında “nefsinden başlamak” insana bu soruyu cevaplamada bir ipucudur. Çünkü insanın nefsi zaten kendisidir ve kendine –hedefteki kişi olarak- en yakındır. Demek bu noktada takip etmemiz gereken metot  “karib” olandan yola çıkmaktır. Demek “hikmet’”bunu iktiza etmektedir. Nefsimiz, evlatlarımız, anne-babamız, yakın akrabalarımız, beldemiz ila ahir..

Kişinin nefsinden başlaması lazım dedik evvela bu nefis terbiyesi için. Ki bu şekilde “neslini” ıslaha yüzü ve istidadı olabilsin. Evet, nefsine hâkim olabilmeli ki nesli de nefsine hâkim olmaya meyyal olabilsin.  Değilse hâlihazırda ve istikbalde küre-i arzı dolduranlar Allah’ın o yukarıda bahsettiğimiz murad ettiği topluluk/lar olmayacak. İsyan eden, nefsi firavunlaşmış güruhlar yeryüzünde hüküm sürecektir.

…………….

Sıradaki soru, neslimize, yani evlatlarımıza nefis terbiyesini kendi nefsimizde yaşayarak öğretmezsek ne olur, sorusu. İşte yazı daha çok konunun bu tarafına, “hâl”iyle ve muhtemel “istikbal”iyle nasıl olacağına odaklanacak.

Nefsin firavunlaşması, onun keyfemayeşa hareket etmek istemesi, dilediği her şeyi hiçbir kayıt altına girmeden yapmayı arzu etmesidir. Kendinden başka otorite tanımaması, kendini en yüce addetmesidir. Böyle tasavvur ettiği için de kendini kâinattaki her “iyi şey”e, kendine hoş gelen her türlü “haz”a layık görür. Ve bütün mevcudatı kendi hazzına ulaşmada bir araç kılar. Oysa doğru olan insanın nefsinin aczini anlaması, fakrını derk etmesi, yaratanının kudret ve gınasına iltica etmesidir.

Nefsin kendi isteklerine sınır koymayarak adeta kendini ilahlaştırmasına set çekmek için onun en başından beri terbiye edilmesi gerekiyor. Bir insana küçük yaştan itibaren “kul” olduğu, dünyaya belli görevleri yerine getirmek için gönderildiği, yaratıldığı ve yaratıcısının emirleri ve yasaklarıyla kayıt altına alındığı, dolayısıyla da belli sınırlamalara tabi olduğu, keyfemayeşa hareket edemeyeceği anlatılmalı ve kavratılmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam, 7 yaşından itibaren çocukların namaza teşvik edilmesini, 10 yaşına geldiğinde hala namaza kayıtsız kalıyorsa te’dip edilmesi manasını [8] emretmektedir. Buradan şu anlaşılmaktadır: Nefsin terbiyesi küçük yaşlardan başlamalıdır. “Ağaç yaş iken eğilir” darbımeseli de bu konunun izahı açısından yaşanmış tecrübelerden süzülmüş bir hakikatin ifade edilişi olarak ele alınabilir. Değilse ilerde maksudumuza hizmet etmeyecek “bir yığın odun olmaktan öte bir mana ifade etmeyen” ağaç topluluğu ortaya çıkacaktır. Benzer şekilde eğer evlatlarımıza sahip çıkıp onlara mezkûr terbiyeyi verilemezse, indigo çocukların ilerki aşaması olan “narsisist fertler”den oluşan “narsisist toplumlar” üretmeye yardım edilmiş olunur.

….

İndigo çocuklar, özel, sıra dışı ve bazen doğaüstü özellikleri veya yetenekleri sahip olduğuna inanılan çocuklardır. [9] Günümüzden yaklaşık 40 sene öncesine uzanan zamandan beri dünyaya gelen, özellikle ailesi ve çevresi tarafından pohpohlanıp kendinin özel olduğuna ve bu sebeple de dünyanın kendi çevresinde dönmesinin gerekliliğine inanmış çocuklardır. Ve maalesef şuanda dünya 50 sene öncesinden çok daha fazla “kendini düşünen, bencil, narsisist ve firavunlaşmaya yüz tutmuş” insanlarla dolu ise bunun büyük sebebi “indigo çocuklar” denen çocukların onları indigo çocuklar yapan yetiştirilme tarzıdır.

Sıradan çocuklardan esasında hiçbir farkı olmayan, ancak “vehmî” bir biçimde kendinin özel olduğuna inanmış bu çocukların büyüyüp oluşturduğu toplumlar, tam da yukarıda tarif edilen Allah’ın murad ettiği “toplumlardan/topluluklardan” çok uzak topluluklar olup çıkmıştır ve öyle olmaya da devam etmektedir.

Gelelim bunun sebep ve yansımalarına…

Yazının başında “hikmet”ten söz ettik. Hikmetin sebep-sonuç zincirleri oluşturduğuna atıfta bulunduk. Bir yapının inşası için plana ve zamana ihtiyaç olduğunu ekledik. Öyle midir? Evet öyledir. Mesela bir yerde bir gökdelen inşa olunacaksa bu, “sihirli bir değnek değmiş gibi” bir anda olamaz. Ancak hikmetin iktiza ettiği şekilde planla, zamanla, tedricen vücuda getirilebilir.

Nefsin terbiyesi de böyledir işte. Bir kişi –hikmet dünyasında- bir anda nefsini terbiye edemez. Onunla her daim mücadele ve mücahede etmeden “kulluğunu inşa” edemez. Bunu neslin terbiyesi ve Allah’ın istediği toplumların temelini atmak takip eder. Yaradılış gayesini bilen, kulluğunun farkında olan ve onun gereklerini yapan toplumların yetişebilmesi, ancak çocukluktan başlayan talimler ve terbiyeler dizisiyle mümkün olabilir.

Yansımalara gelince… Aşırı müsamahalı yetiştirilmiş, prens ya da prenses olduğuna inandırılmış, özel olduğu derununa kadar işlenmiş çocuklar Kindlon’ın [10] tabiriyle ölümcül günahlara benzeyen sonuçlarla yüz yüze geliyorlar; kibir, öfke, kıskançlık, tembellik, oburluk, şehvet ve açgözlülüğe esir oluyorlar.

Ailelerin çocukluktaki müsamahakâr tutumu sonucunda gençler bedelini ödemeden, çabalamadan, her şeyin en güzelini, en mükemmelini hak ettiklerine inanmaya başlıyorlar; aşırı özsaygı duygusunun yanı sıra dediği dediklik, ikili ilişkilerde süren sürekli üstün olma arayışı ve benmerkezcilik gibi menfi tutumların içine giriyorlar.

Ailenin yanlış yaklaşımının yanında, onun bu yanlış yaklaşımına zemin hazırlayan, herkesin “özel” olduğunu, bütün hazları tatmayı hak ettiğini, herkesin “zahirde her şeye sahip olan şöhretlilerden” geriye kalır tarafı olmadığını zihinlere zerk eden, “belli çevrelerin ve onların ideolojilerinin yararına” iş gören –ve maalesef- hâlihazırda bütün bir “küre”yi parmağında oynatan “medya” “narsisizm epidemi”sinin başrol yayıcısı olarak fertleri nefislerinin esiri olmaya adeta zorlamaktadır. Örnek mi? En masum görünen ancak en tehlikeli olan, bütün bir toplumun hayatını dinamitleyen, ünlü/zengin/güçlü göz önünde olmayı aşılayan magazin programlarından, TV dizilerinden ve filmlerden başlayabiliriz. Teknoloji çağında maalesef hayatın her alanına giren ve tepki koymayı intac etmeyecek şekilde dizayn edilmiş, yavaş ve sürekli hamlelerle “ülfet” perdesini zihinlere çekerek insanları “gaflet”e atan her türlü çirkin ve iğrenç medyayı bunlara ekleyebiliriz. İnsanları, gerçek ihtiyaçları olmayan şeyleri almalarına mütemadiyen devam eden ve “banka, kredi, faiz, cazip fiyat, avantaj vs.” kelimeleri adeta insanlara ezberleten reklamları haiz bütün medya içeriklerini de…

Bu noktada, genelinde medyadan özelinde “sosyal medya”ya parantez açmak yerinde olacaktır. 20. yy’ın sonunda MySpace ile başlayarak günümüzde en çok tutulan Twitter ve Facebook gibi onlarca sitede ve bunlarla birlikte sayısız blog sitelerinde çoğu insanın (yapmayanları tenzih ederim) “benliklerini şişiren” her ne varsa mahrem-namahrem ayrımı gözetmeksizin (ki bu ayrımı gözetenler için bile hâlâ benlik şişirici bir sürü şey vardır) erişimi olan herkesle paylaşmaları maalesef mezkûr hastalığın ne kadar çok taşıyıcısı olduğunun bir göstergesi hükmündedir.

Neticede vücuda gelen; hür olduğunu iddia eden ancak nefs-i emmaresinin kölesi olmuş narsisist fertler ve bunlardan oluşan narsisist toplumlar… Bununla birlikte ve bunun daha da vahimi –fertlerin dalaletten geri dönüşlerini oldukça zora sokan- Allah’ın kendini bildirmek için, insan nefsine taktığı “ene” [11] anahtarını su-i istimal ile tam tersine kilit haline getiren insanlardan teşekkül etmiş, dünyayı ifsad edip dalalete atma yolunu irtikab eden bir “toplumsal ene”nin vücut buluşu…

O halde yapılması gereken bedihidir: Nefsimizi ve neslimizi ilahi hakikatlerle terbiye etmek. Zamanın dayatmaya çalıştığı ve prensiplerimizi zirüzeber etmeye dönük dalaletalud felsefenin her türlü faaliyetine dayanmak ve set çekmeye çalışmak. İmanımızı kurtarıp, başkalarının imanlarının kurtulmasına yardım etmek.

Allah’ım, nefsimizi ve neslimizi sırat-ı müstakim üzere kıl (amin).


[1] Sözler, s. 286.

[2] Şualar, 2. Şua, s. 39.

[3] Mektubat, s. 263.

[4] Hakim el Müstedrek, II: 615

[5] Tin 95/4-5.

[6] Zariyat, 51/56.

[7] Sözler, s. 243.

[8] Ebu Davud, Namaz, Bab 26, Hadis no : 494.

[10] Jean M. Twenge, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti, Kaknüs Yayınları, s. 118.

[11] Sözler, 30. Söz.

Faruk Erdem
Latest posts by Faruk Erdem (see all)
Share

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.