Konuşmalarımızın çoğunun sonu “hayırlısı olsun”la biter genelde. Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur artık. Bununla birlikte âdet gereği işin sonunu hayra bağlamak niyetiyle “hayırlısı olsun” denilir denilmesine ama bu sözden önce sarf edilen bütün kelimeler ve nazarlar tamamen kötüye odaklıdır.
İnsanın gözleri, cenneti ararken cehennemi görecek şekilde yaratılmış gibidir. Güzelliğin ortasında çirkinliğin görüntüsü, iyiliğin ardından hemen bir kötülük gelecektir adeta. Hatta halk arasında çok güldükten sonra başımıza kötü bir şey geleceğine dair yaygın bir batıl inanış vardır. İlk bakışta her şey onun hayatına son verecek şekilde gerçekleşiyor ve kâinat “Yeter ki ben hayatta kalayım, başkası umurumda değil” diyen aktörlerle dolu gibidir. Her yerde düşmanlık, her yerde zulüm, her yerde kötülük çarpar gözlere ilk bakışta.
Freud, insan ruhunun derinliklerinde gömülü olan bastırılmış korkuları, kaygıları ve ölüm dürtüsünü açığa çıkarırken “İnsan sadece yaşamı istemez, aynı zamanda yok oluşa da meyleder” der. Bu yüzden bilinçdışı, kötüyü bir pusula gibi hisseder, ona yönelir; çünkü hayatta kalabilmesi için en önce tehlikeyi sezmek zorundadır.
Lacan ise insan bakışının asla nötr olamayacağını, her bakışın arzunun ve eksikliğin bir ürünü olduğunu savunur. Ona göre biz görmeyiz, arzumuz görür. Gözümüz sadece güzellik peşinde koşmaz; en çok eksik olanı, tehdit eden unsuru, “düzeni” bozanı arar. Düşünce sistematiğinin insan yaklaşımını bu şekilde ortaya koyar Lacan.
Tüm bu alıntıları yapmaktaki kastım Batı felsefesinin potansiyel olarak kötü ve kötüye meyilli insan profilini tamamen kabul etmek değil elbette. Çünkü böyle bir ön kabulle yola çıkılınca biyoloji alanında yapılacak yorum güçlünün zayıfı ezerek ayakta kaldığı bir düzen, ortaya çıkacak ekonomi modeli de kârını maksimize etmek isteyen aktörlerdir. Az evvel çizilen vahşi, menfaat odaklı ve deyim yerindeyse büyük balığın küçük balığı yuttuğu ”güç temelli yapı”yı toptan kabul eden bir bakıştan ziyade, insanın nazarının ek bir çaba sarf edilmediğinde nasıl da hemen kötüye odaklı olabildiğine dair gözleme ortaklar aramaktır.
Gerçekten de yaratılışta insanın hayatını muhafaza etmesi, kötülük ve tehlikelerden kolayca uzak durabilmesi için karşılaştığı hadiselerde kötüye odaklanmasını sağlayan bir mekanizmasının olduğunu söyleyebiliriz. Bu adeta “oto pilot”ta yaşadığımız zamanlarda bilinçsiz verilen bir tepki gibidir. Tıpkı telefon kameralarının yüze veya nesnelere otomatik odaklama yapması gibi zihinlerimiz de karşılaştığımız olaydaki kötülüğe odaklanma eğiliminde. Klasik ifade biçimiyle hepimizde esasında “bedbaht”lık mekanizması işliyor.
Bu “oto bedbahtlık”tan kurtulmak içinse bir süre ve çaba gerekiyor. Bu zaviyeden bakıldığında Bediüzzaman’ın eserlerinin neredeyse bütününe hâkim olan şu havanın hikmeti anlaşılmış oluyor. Karşılaştığı her hadisede hikmet devşirmeye çalışan, yaşanılan hadise nazarlarımıza kötü gözükse bile buradan bir hakikat, hikmet, adalet ve rahmet dersi çıkarmaya çabalayan bir mümin modeli…
Nurani asr-ı saadetin başına gelen dehşetli ve kanlı fitneye bakarken sergilediği hikmet, adalet ve rahmet bakışıyla bezenmiş tutumunu Denizli Hapishanesinde yazılan ve yine bu sürecin bir meyvesi olan Meyve Risalesi’nin yazılmasındaki manilerden bahsederken de takınıyor. Yani sadece başkalarının başına gelen hadiselerden bahsederken değil bizzat şahsi hayatı ve bununla birlikte hizmet hayatında görülen problemlere de aynı şekilde bakabiliyor. Olayların analiz edilmesini öneriyor, toptan bir bakışı reddediyor, her hadisenin sebebini açıklarken “zahiri” ve “hakiki” olmak üzere ikili açılımlar yapıyor. İnsanların zahire göre (yani oto bedbaht bir tutumla) hükmedip çoğunlukla zulmettiği, halbuki her hadisenin altında görülmeyi bekleyen adalet ve hikmet cilvelerinin olduğu dersini veriyor.
Peygamber Efendimiz’in (asm) şu kısa ama hikmet barındıran sözü bu bağlamda değerlendirildiğinde bir kez daha önem kazanıyor: “El-aceletü mine’ş-şeytan vet-teenni mine’r-Rahman (Acele şeytandan, teenni Rahman’dandır.” Acelecilikten kaçınmak; ne yapacağına, nasıl düşüneceğine temkinli ve ihtiyatlı bir biçimde karar vermek elbette Rahman’dandır. Her şeyin ardındaki hikmet ancak böyle okunur. Başka bir ifadeyle hikmet ancak acele düşünüp hareket etmekle göz ardı edilir. Adaleti görüp hikmete ulaşmak, buradan da rahmete vasıl olmak için belki de bir süre durmak, durulmak, sakinleşmek, acele etmemek ve derin düşünmek gerekiyor. Yahut bu kuşatıcı bakışı meleke haline getirerek karşılaştığı olayların bütününü böyle değerlendirmek…
“Gerçek sabır, musibetin geldiği ilk anda gösterilen sabırdır” hadis-i şerifinde vurgulandığı üzere musibetle daha ilk karşılaştığımız anda bu oto bedbahtlık nazarını bir kenara bırakıp o olaydan ders alabilmek için ilahi olanla bağını kurmak önemli. İlahi olanla bağın kurulması ise olayın iç yüzünü görebilmek anlamına geldiğinden karşılaşılan olaya sabır göstermek için olayın iç yüzünün, sebep ve hikmetlerinin fark edilmesi ve anlaşılması önem arz ediyor. Hızır ile Musa (as) kıssası çerçevesinde Kehf suresinin 65. ayetinde Rabbimiz Hızır hakkında şöyle ferman ediyor: “Derken kullarımızdan birini buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”
Devam eden ayetlerde Musa (as), Hızır’a beraber seyran etmeyi teklif ettiğinde Hızır ise “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin, iç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?” cevabını veriyor. Son tahlilde Musa’nın (as) soru sormaması şartıyla yolculukları başlıyor. Kıssasın devamı malumunuz. Karşılaşılan üç hadise, Musa (as) tarafından sorulan üç sual, yolcuğun sona erişi ve üç suale Rabbimizin hikmetinden gelen ve Hızır’da ledün ilmine dönüşen bilgiden cevaplar…
Kıssanın çok ince ve derin hakikatlerine girmeden kısaca şu sonuca ulaşabiliriz: Karşılaştığımız bir olaya karşı sabır gösterebilmek ancak onun iç yüzüne bilmek, görmek veya öğrenmeye çalışmakla oluyor. İç yüzünü kavrama uğraşısında olmadığımız hadiselerde ise yemyeşil renklenmiş ilkbaharın çiçek açmış ağaçlarına kapkara gözlüklerle bakan adam misali her şey şikâyet edilesi, anlamsız, renksiz ve kötü görünüyor.
Özetle karşılaştığımız olaylar karşısında verilen ani ve oto bedbaht tepkilerde kalmamak, alışageldiğimiz bakış açılarının dışına çıkmak gerekiyor.
İlk bakışla sınırlı kalmamak ve tek bir açıyla, boyutla, renkle yetinmemek, hikmet(ler)i görmek için şart. Hikmet(ler)i anlamak için ise zamana ihtiyacımız var.
Zahire değil hakikate bakmalı, zahirle değil hakikatle yorumlamayı öğrenmeliyiz.
Gözümüzdeki hikmeti görmeyi engelleyen kapkara gözlüklerden ve hadiselerin iç yüzünü görmemizi engelleyen düğümlerden ancak böyle kurtulabiliriz…
- Oto bedbahtlık - 5 Mayıs 2025
- Tefekkür mesleği ve akla muhabbet - 25 Ocak 2025
- Kırılan zeminler: iki ucun sarsıcı çatışması - 18 Ekim 2024
‘’Acele şeytandan, teenni Rahman’dandır’’ hadisinin ‘hikmetli düşünmek’ bağlamındaki yorumu çok güzel, ufuk açıcı olmuş, Allah razı olsun. Bu perspektiften baktığımızda, hal-i hazırdaki medeniyetin temelde ‘’acele’’ye dayandığı söylenebilir. Acele üretim ve acele tüketimin sonuçlarina her alanda maruz kalıyoruz maalesef. Bu medeniyetin dayattığı yaşam biçimine ‘teenni’yle direnebilmemiz gerekiyor.
Yazıdaki ve yorumdaki tespitler çok doğru. Allah razı olsun. Mucibince yaşayabilmeyi nasip eylesin.
Benim de aklıma gelen: İçerideki nefis ve dışarıdaki medeniyet bizi felsefe talebesi olmaya zorluyor. Bu tazyik neticesinde yazında anlatılan durum ortaya çıkıyor.
Çünkü:
“Felsefe; her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.”
Şualar
Bu işin çözümü de tahkiki imanda…