Bir faaliyet ve cevelan meydanı olarak “Kâinat boşluk kabul etmez.” Esma-i Hüsna’nın tecelligâhı olan bu mevcudat her daim yenilenme üzerinedir. Oluşlar daha doğrusu yaratılışlar anbean devam etmektedir. Bir an-ı seyyale yoktur ki kâinatta bir şeyler vücuda gelmesin.
Izdırari ve ihtiyari boyutlarıyla Allah’ın takdir ettiği kaderin tecelli edişi süreklidir. Bir taraftan hayatlı veya hayatsız ama şuursuz ve iradesiz zerrelerden mürekkep enva-ı çeşit mahlûkat kendilerine biçilen vazifeyi deruhte edip seyyal mevcudiyetlerine devam ederken, diğer taraftan şuurlu, idrakli ve iradeli mahlûkat kendilerine bahşedilen cüz’i iradeleriyle seçimler yaparak yine kendileri için takdir edilen ömrü tüketiyorlar. Hayatlarını bekaya kalbetmek için gönderildikleri bu fani ve kısa ömürlü meşherde, bazıları bu gayeye matuf hareket ederken diğer kısmı ayrılan mühleti çarçur edip adeta kendilerine sunulan bu paha biçilmez fırsatı tepiyorlar.
Şimdi kâinattaki bu akışta hususan Dünya üzerinde yaşayan irade sahibi varlıklar olan biz insanlara nazarımızı yönelteceğiz. Burada kendilerinden bekleneni yapan ve yapmayan insanlar arasında, takip ettikleri yolun zıtlık içermesi itibarıyla çarpışma olduğu dikkatimizi celb edecektir. Her ikisi de irade sahibi bu iki fırka, kullanımlarına verilen mülk üzerinde tasarruf ederken daima karşı karşıyadır. Nitekim “hudâbin” olarak da ifade edilen, gönderildikleri amaç üzere yaşayan fırka, işledikleri fiillerde bu durumu göz önünde bulundurarak adım atarken; “hodbin” tabir edilen ve verilen iradeyi sahiplenen fırka keyfemayeşa hareketlerinde ısrar etmektedir. Neticede her iki fırkanın amaçlarının –haliyle– örtüşmemesi aralarında kaçınılmaz bir çarpışmayı vücuda getirmektedir. Bu da verilen mülkün idaresinde söz sahibi olma savaşına dönüşmektedir.
Başta da söylediğimiz gibi kâinat boşluk kabul etmediği için bir alanda bir fırkanın sergilediği pasif tavır diğer fırkanın alanı doldurmasını netice verir. Yani pasif kalmanın bedeli meydanı başkalarının istediği gibi şekillendirmesine bırakmaktır, mülkün o kısmının idaresinin –olayların orada nasıl akacağının yönetiminin– karşı tarafa verilmesidir.
Mesela ilim ve fende öncü rol almamış hudâbin fırka, ilim ve fennin ve dolayısıyla onlar sayesinde elde edilenin pratiğini hodbin fırkaya bırakmış olur. Mesela yaratıcının kanunlar şeklinde va’z ettiği sebeplere yerinde müraat etmeyen müspet grup, sebeplere müraatı daha iyi beceren menfi grup karşısında –hangi mevzubahis konusu ise onda– yenilgiye mahkûmdur. Son zamanların revaçta olan metaıyla örneklendirmek gerekirse, teknolojisini geliştirmeyen, başkalarının geliştirdiği teknolojinin esareti altına girer. Önde gitmeyen altta kalmaya mahkûm olur. Proaktif olamayan reaktif ve domine edilmiş düşünce üretmeye zorlanır. Gündem belirleyemeyen gündemini başkalarının belirlemesine razı olmak durumunda kalır. Hayır üretemeyen şerre yer açmış olur ve vaktinin çoğunu şerle mücadeleye harcamak zorunda kalır.
Kâinatın boşluk kabul etmediği gerçeği sadece afaki dairede değil enfüsi dairede de cereyan etmektedir –hatta en bariz ve en sürekli haliyle. Nasıl insanlar arasında hudâbin ve hodbin fırkalar arasında bir çatışma varsa öyle de insanda da aynı ikiliği haber veren şeytani ve meleki özellikler mevcuttur. Hem hayır hem de şer için müstaid yaratılmış olan insan, eline verilmiş cüz’i iradeyle yaptığı tercihler vasıtasıyla hayatına yön vermektedir. Tercihini hayırdan yana kullanmışsa hayatında şerre olan yeri, şerden yana kullanmışsa hayra olan yeri ortadan kaldırmış olur. Sıfır toplamlı bir oyun şeklinde nitelendirilebilecek olan bu zaman taksimi insanın sürekli bir tercih silsilesinden geçmesidir aynı zamanda. İnsan, yaptığı bir tercihe ayırmış olduğu zaman, emek ve sair maddi-manevi masraf ölçüsünde karşıt tercihe yer bırakmamış, meydan vermemiş olur.
O halde ne yapmalıyız? Önü, kendisi ve sonu bizi hayra yönlendirecek olan şeyleri tercih edebilme ve onları yapmada ısrarcı davranabilme sabrını göstermeliyiz ki her haliyle bizi şerre yönelten/götüren şeylerden uzak olabilelim. Bu noktada yalnızca iki taraf arasında sıkıştığımızı düşünmeyelim zira hayrın sınırsız denebilecek kadar çok çeşidi olduğunu unutmayalım. Çeşitliliğin bu denli geniş olması ise her türden, mizaçtan ve kabiliyetten insanın şer yerine hayrı seçerken kendi istidadına göre bir hayra teveccüh etmesine imkân kılar.
Yazımızın sonuna yaklaşırken “Kâinat boşluk kabul etmez” hakikatini hakkıyla idrak edemeyen ve dolayısıyla fiiliyatını buna bina edemeyen bir İslam âleminin nasıl bir netice elde ettiğini resmetmek istiyorum: Başta adalet olmak üzere İslami hükümlerin yüzlerce yıl neredeyse cihana hükümran olmuş Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hâkimiyetinin zayıflamasıyla İslam âlemi bir çöküş içine girmiş. Bu çöküşle birlikte insanlık iki büyük “Dünya Savaşı”na şahit olmuş. Bu savaşların akabinde oluşan “cihan mülkünü idare” boşluğunu kendini toparlayamayan İslam âlemi dolduramayınca bu iş başkalarına kalmış –yaratıcıyı hakkıyla tanıyamayan ve yaratıcının hükümleri ile amel etmeyen başkalarına. Peki, bu başkaları “bu boşluğu” nasıl doldurmuş?
Mesela siyasal anlamda boşluğu, uluslararası düzeni sağlama adı altında Birleşmiş Milletler (BM) gibi umumun menfaati yerine birkaç ülkenin menfaati için çalışan bir kurum oluşturarak doldurmuş.
Mesela ekonomik anlamda boşluğu uluslararası koordinasyonu sağlama adı altında Bretton Woods sistemi gibi zayıf ülkelerin insanlarının kanını emen gayri adil bir sistem kurarak doldurmuş.
Yine ekonomik anlamda boşluğu zengin ve fakir arasındaki uçurumu gideren zekât köprüsü doldurmayınca, kapitalizm adlı fakiri daha da fakir, zengini daha da zengin ederek insanlığı birbirine düşüren illet bir sistem oluşturarak doldurmuş.
Mesela (b)ilimsel alandaki boşluğu pozitivizm denen ve kâinatı yaratıcısından kopuk olarak ele alma prensibiyle hareket eden bir anlayışı “bilimsellik”(!) adı altında bütün dünyaya yayarak doldurmuş. Öyle bir sistem ki kendi ilah tanımaz metodolojisini dayatıyor, kendi standartlarına bütün dünyayı mecbur kılıyor hatta ve hatta neyin nasıl ifade edileceğinin biçimine, üslubuna yani bütün retoriğine karışıyor!
İnsanların birbirinden ve dünyadan nasıl haber alacakları noktasındaki boşluğu kendi bâtıl, menfaatperest ve hileli medyasını kurarak doldurmuş. Bununla bütün insanların en mahremine girmeyi, onların hayatına yön vermeyi, nasıl düşünmeleri gerektiğini onlara hissettirmeden benimsetmeyi, kendi doğrularını herkesin doğrusu haline getirmeyi, onları –Müslüman için helal olmayan– çeşitli eğlencelerle uyutmayı, dilediğinde düşündürüp dilediğinde düşündürmemeyi temin edebilsin. Böylelikle zaten ellerinde olan “mülkün idaresi” yine onların ellerinde olabilsin. Bütün boşluk seküler olanla dolsun ki ilahi olan hiçbir şeye yer kalmasın!
Yukarıdaki hatırlatmalardan da anlayacağımız gibi “kâinatın boşluk kabul etmediği” hakikatini gereği gibi fehmedemeyen ve onun iktizasınca amel etmeyen bir İslam alemi, hayırla dolması gereken bu boşluğun başkaları tarafından şerle doldurulmasına maalesef seyirci kalmaya mahkum olmuştur. Bu, şu ana kadar öyle olduğu gibi –eğer üzerimize düşeni gerektiği gibi yapıp mevcut boşlukları hakkın hatırına muvafık bir biçimde doldurmazsak– bundan böyle de devam edecektir.
Vazifemizi sağlam yapmanın yolu, başta enfüsi daireden başlayarak Allah’a iltica etmek ve hayra yönelmek vasıtasıyla nefsin kötü istekleri ve şeytanın şerre yönlendirmesinden kurtulmaktır. Bu noktada şerre yer bırakmamak elzemdir. Boş bir kafanın şeytanın oyun alanı olduğunu belirten Eflatun da herhalde buna işaret etmiştir.
Unutmamak gerekir ki en büyük cihad insanın nefsi ile savaşıdır. Enfüsi dairedeki muvaffakiyetler afaki daireye yansıyacak ve inşallah kâinatta şerre olabildiğince az bir yer bırakılmış olacaktır. Bu yolda en büyük rehberimiz Kur’an ve Peygamberimiz’in (asm) sünnetidir. Önemli olan sünnet-i seniyyeyi esas alarak hayra yönelme isteğimizdir. Niyet bizden, tevfik Allah’tan.
Allah razı olsun. harika bir yazı olmuş, dar dairedeki nefis mücadelemizde bir türlü muvaffak olamıyoruz haliyle geniş dairelerde de başarı hiç gelmiyor.
“Enfüsi dairedeki muvaffakiyetler afaki daireye yansıyacak ve inşallah kâinatta şerre olabildiğince az bir yer bırakılmış olacaktır.”