Dünyevî bir icad olarak tembellik ve Bediüzzaman

Dünyevî bir icad olarak tembellik ve Bediüzzaman

1930-1931 arasında telif edilen On Altıncı Mektup, sosyal ve siyasi konularda kendisine yöneltilen sorulara Bediüzzaman Said Nursi’nin verdiği cevaplardan oluşuyor. Bediüzzaman bu cevapları vermekten hoşlanmadığını söylese de rahat bırakılmadığı için cevap vermeye mecbur kaldığını şöyle ifade eder:

Şu cevabı vermek benim için hoş değil arzu etmiyorum. Her şeyimi Cenab-ı Hakk’ın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisanıyla, şahsım için değil belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için hakikat-i hali hem dostlarıma hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için beş noktayı beyan ediyorum.

Bediüzzaman’a yöneltilen “evhamlı” sorulardan biri aslında bir ithamı da içinde barındırıyordu:

Ehl-i dünya bana der: Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yi ile geçinenleri istemiyoruz.

Bu yazıda Bediüzzaman’ın tembellik ithamına verdiği cevabına odaklanmaktan ziyade bu ithamı mümkün kılan sosyopolitik zemini nazara vermek istiyorum. Bediüzzaman’a yöneltilen suçlamadaki ifadelerle söyleyecek olursak “memlekette tembelce oturanlar ve başkasının sa’yiyle geçinenler” kategorisinin oluşumuna ve bu kategoriye giren insanların/kurumların istenmeme sürecinin arka planına dair bilgiler paylaşmak istiyorum. Tembelliğin İcadı: Geç Osmanlı’da Verimlilik Kültürü başlıklı kültürel tarih çalışmasında, Melis Hafez Cumhuriyet döneminde en faâl bir din âlimine yöneltilen tembellik ithamını anlamlandırmamıza yardımcı olacak bilgiler sunuyor.

Tembelliğin İcadı’nda incelendiği üzere dünya genelinde pek çok ülkede olduğu gibi, modernleşme döneminde Osmanlı reformlarının önemli bir boyutunu, çalışkanlık kültüründe yaşanan dönüşümler oluşturuyordu. Modern öncesi dönemlerin aksine 19. yüzyıldan itibaren çalışma kavramına ya da çalışmanın değerine dair bilinç bir uygarlık göstergesi olarak görülürken Avrupa’nın dünyanın geri kalanından farklılığı ve onun üzerindeki hâkimiyeti çalışma-tembellik ikiliği aracılığıyla ifade ediliyordu. “Osmanlı tembelliği” sorunu sadece Oryantalist anlatılarda ortaya çıkan bir söylem değildi. Bir taraftan Oryantalistler Osmanlı’nın güç kaybını “tembel Doğulular”ın doğuştan gelen ve değişemez özellikleriyle açıklarken diğer taraftan Avrupa ülkelerini ziyaret eden veya bu ülkelerde yaşayan ve farklı ideolojik kamplarda bulunan bazı Osmanlılar bunun nedenini yozlaşmış toplumsal ve kültürel âdetleriyle açıklıyordu. Avrupa’da çok farklı bir çalışma disiplinine tanık olan bu kişiler, bu ülkeler ile kendi ülkeleri arasındaki farklılıkların kökenlerini bu uygulamalarda aramaya yönelmişlerdi. Osmanlı devletinin dünya ekonomik sistemindeki dezavantajlı konumuna katkıda bulunan dış etkenleri neredeyse tamamen göz ardı etme konusunda ortaklaşan bu iki anlatı, Aydınlanma fikirleri tarafından tanımlanma, kapitalist piyasa değerleri ile yakından ilişkili olma ve ulus devletlere bölünmüş bir dünya anlayışından doğmuş olma gibi özellikleriyle de birbirleriyle uzaktan akraba anlatılardır.

Çalışkanlık kültüründe ortaya çıkan dönüşümler milliyetçiliğin gelişiminden de bağımsız anlaşılamaz. Hafez’in de belirttiği gibi her ne kadar tembellik veya tembelliğin kınanması yeni birer icat olmasa da onu bir ulusun (ya da ırkın) mustarip olduğu toplumsal bir durum olarak algılamak yeni bir icattır. Hafez, milliyetçiliğin ön kabulleri dünya geneline yayıldıkça, tembelliğin de içinde bulunduğu toplumsal hastalıklar fikrinin yaygın hale geldiğini belirtiyor. Bu dönemdeki çalışkanlık ve tembellikle ilgili söylemler münhasıran Avrupa’daki Osmanlı karşıtı anlatıların bir yansıması gibi gözükse de Hafez temel saiklerin “ulus inşası süreçlerinin ve ilgili iktidar mücadelelerinin bağlamında anlaşılması gereken reform emellerine ve imparatorluk kimliği vizyonlarına” dayandığını ifade ediyor.

Kitapta “dünyanın farklı yerlerinde neredeyse eşgüdümlü biçimde ortaya çıkan ve çalışmak ile tembellik hakkında toplumsal olarak inşa edilen bir dizi kaygı, pratik ve söylem” olarak tanımlanan çalışkanlık kültürünün oluşumuna Osmanlı ahlakçıları, aydınları, polemikçileri, romancıları, bürokratları, ulema mensupları, eğitimcileri ve gazetecileri hep beraber iştirak etmişlerdi. Çalışkanlık ve tembellik hakkında inşa edilen bu kaygı, pratik ve söylemler “kendilerini lider/milliyetçi olarak gören kişilerin çalışma kavramını ahlakileştirmelerine, ekonomikleştirmelerine, kurumsallaştırmalarına ve millileştirmelerine ve tembelliği bireysel bir vaziyetin yanı sıra milli bir sorun olarak da etiketlemelerine yardım etti”. Örneğin Osmanlı ahlakçıları bazı inanışları ve pratikleri çalışkanlığa engel olarak tanımlamışlar ve bunların İslami olmadığını ve ilerlemeye karşı olduğunu ilan etmişlerdi. Hafez’e göre dinî kavramları dönüştüren Osmanlı kültür üreticileri süreç içerisinde Osmanlı mensuplarının dini anlama şeklini de değiştirmekle kalmamışlar, çalışkanlığı engellediğini düşündükleri dinî kavramları ve kurumları da tasfiye etmeye çalışmışlardı.

Çalışkanlığın ahlakileştirilmesi bağlamında en çarpıcı örneklerden birini Mehmet Akif Ersoy’un şiirleri oluşturuyor. Mesela “Fatih Kürsüsünde” başlıklı şiirinde “gerçek İslam”ı vaaz eden bir vaizin kişiliğine bürünen Akif, dinleyicilerini İslam’ın çalışma emrini çarpıttıkları için azarlar. Hafez’e göre “19 kez tevekkül ve 30’dan fazla sa’y kavramlarının geçtiği şiir, bu tür İslami kavramları yeniden tanımlamaya yönelik kapsamlı bir çaba olarak görülebilir (…) Mehmet Akif’e göre tevekkül kavramı, yüzyıllar boyunca dünyevi işlerden el etek çekme anlamına gelecek şekilde çarpıtılmıştı. Onun açısından tevekkülün çarpıtılmış anlamı, Osmanlı kültüründe yozlaşmış ve durağan olan her şeyin sembolüydü”.

Mehmet Akif’ten farklı bir ideolojik konumda bulunsalar da, Celal Nuri, Abdullah Cevdet ve Kılıçzade Hakkı gibi isimler de çalışkanlık ve tembellikle ilgili benzer kaygılara sahipti. Bu kişiler tembellik kültürüyle malul medreselerin ve tekkelerin insanları tembel yaptığını söylüyorlardı. Örneğin Celal Nuri ulemayı sabır, kadercilik ve itaat üzerine vaazlar vererek insanları çalışkan olmaktan uzaklaştırmakla suçlarken Kılıçzade Hakkı da dünyevi hayatın faniliği ve ahir zaman hakkında vaazlar vermenin çalışmayı teşvik etme çabalarını engellediğini düşünüyordu ve “ümmetin yoksulluk ve tembellik içinde yaşamaya teşvik edilmesinden” yakınıyordu.

Nüveleri daha çok dünyevî kaygılarla Osmanlı’da atılan çalışkanlık kültürü, meyvelerini Cumhuriyet döneminde de vermeye devam etti. Nitekim Cumhuriyet döneminde medreseler ve tekkeler gibi dini eğitim kurumları ve Müslüman ulema sınıfı gibi toplumsal gruplar ortadan kaldırılırken bunlarla ilgili uzun süredir tedavülde olan tembellik suçlamaları da seferber edilmişti. Osmanlı musikisinin 1934’te devletin radyo kanallarında bir yıl boyunca yasaklanmasının sebebi de uyuşukluk ve hareketsizliğe neden olduğunun düşünülmesiydi. Örneğin Celal Nuri Osmanlı milletinin tembelliğini kısmen “rehavet getiren alaturka müzik” dinlemesine bağlayan kişilerden biriydi.

Hafez’in de belirttiği üzere “Türkiye Cumhuriyeti’nde bu tür radikal reformların gerekçelendirilmesinin ve hayata geçirilmesinin arkasında, vatandaşların çalışkanlığı konusunda gelişen modern kaygıya dair yüzyıllık bir tarih yatmaktaydı”. Çalışkanlık, Cumhuriyetçi kadroların kendilerini Osmanlı’dan ayrıştırmak için kullandıkları söylemlerin de önemli bir parçasını oluşturuyordu. Köhne, durağan, yozlaşmış, hareketsiz ve tembel bir Osmanlı’nın tam aksine Türkiye Cumhuriyeti genç, ilerici, faal, dürüst ve çalışkandı. Osmanlı’nın son yüzyıllarının tembellik ve miskinlikle dolu olduğunu ifade eden bu tasvirler hem akademik hem de resmi anlatılar tarafından paylaşılıyordu.

Cumhuriyet döneminde Bediüzzaman’a politik saiklerle tembellik ithamında bulunan ehl-i dünya ve ehl-i hüküm “Osmanlı vatandaşı olarak yetiştikleri yılların çalışkanlık kültürünü deneyimlemiş kişilerden” oluşuyordu. Bu kişilerin yetiştikleri yıllarda mekteplerde okutulan ahlak kitapları, çıkarılan kararname ve kanunlar, yayımlanan romanlar ve süreli yayınlar, çalışılan bürokrasi kurumları gibi pek çok unsur çalışkanlık kültürünün gelişmesinde önemli roller oynamıştı. Bugün aklı başında muarızlarının bile tembellikle birlikte anamayacağı Bediüzzaman gibi birisine böylesi bir suçlamada bulunmalarını çalışmayla ilgili edindikleri bu kültüre borçlulardı. Bu kültür “her şeyimi Cenab-ı Hakk’ın tevekkülüne bağlamıştım” diyenlerin dışlandığı, etiketlendiği ve büyük oranda seküler bir kültürdü. Çalışkanlık kültürünün neredeyse bir din haline getirildiği ve ona inanmayanların âdeta tekfir edildiği bir dünyada Bediüzzaman’ın “tembelce oturan ve başkasının sa’yiyle geçinen” biri olarak görülmesinde herhangi bir anormallik görünmüyor. Bediüzzaman’ın dünyası “Ne ile yaşıyorsun?” sorusuna verdiği cevaptan da anlaşılacağı üzere iktisat, bereket ve ikram-ı ilahî gibi –bugün belki anlamakta daha da zorlandığımız– kavramlarla yaşayanların dünyasıydı.

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.