Selim’in duası

Selim’in duası

1960’lı yıllar… Aylardan haziran… Tarlalar göz alabildiğince sapsarıydı. Güneş, ekin başaklarını çoktan olgunlaştırmıştı. Ekinler heyecanla biçilmeyi bekliyorlardı. Öyle ki hararetli güneşin şiddetinden başaklar artık kendilerini koruyamıyorlardı. Adeta cayır cayır yanıyorlardı. Seher vaktinde buğday üzerine düşen mercek vazifeli çiseler de görevlerini yaptıktan sonra erkenden buharlaşıp uçuşuyorlardı. Yani biçilmeyi bekleyen ekinlere artık çiselerin de yapacağı bir şey kalmamıştı. Fakat köydeki Çavuşoğullarında anlaşılmaz bir inat vardı. Ne kendi tarlalarına gidiyorlardı, ne de diğer ailelerin tarlalarına gitmesine müsaade ediyorlardı. Öyle ki bu inat çocuklarının rızıksız kalmalarını göze alacak kadar büyümüştü. 

Çavuşoğulları, kuru inadı bırakıp da köy ahalisinin evlerinden çıkmasına izin verseler, geniş ve bayır arazilerdeki cümbüşü onlarla beraber doyasıya izleseler muhakkak kalpleri yumuşardı. Başakların, çiçeklerin, kuşların, ağaçların güne öyle bir uyanışı vardı ki seyretmeye doyum olmazdı. Milyarlarca başak, rüzgârların melodisiyle bir o yana bir bu yana “şıkır şıkır” salınıyorlardı. Kırmızı gelincikler, beyaz papatyalar, sarı hardallar, mor eşek dikenleri renk renk olup her yere dağılmışlardı. Meşe, pelit, karaçam ormanları heybeti ile köyü kucaklamıştı. Yabani meyvelerden çörtükler, gıcılıklar, aşlılar, ahlatlar dallarına sığmıyordu. Gülburnular arasındaki doğal bir orkestra olan serçelerin cıvıldaşmaları ortalığı velveleye veriyordu. Bu terennümü ne Itri’nin ne de Mozart’ın bestelemesi mümkün değildi. Ancak taklit edebilirlerdi. Bu manzaraları çizecek bir ressamın olması da mümkün değildi. Dahi ressamlar ancak bir parçasını çizebilirlerdi belki. Ne Hoca Ali Rıza’nın ne de Van Gogh’un buna gücü yetmezdi. Zaten köy ahalisinin de ne Hoca Ali Rıza’dan ne de Mozart’tan haberleri yoktu. Bu habersizlik cahillikten falan değil. Bilakis müthiş bir çalışkanlık var bu yar başında yaşayan çobanlarda. Kimseye muhtaç olmadan bu tepelerde hayatta kalabilmek için bir gün içinde yüzlerce iş düşünüyorlardı. Müthiş bir zekâ. Çok pratik olmaları gerekiyordu ve bunu da başarıyorlardı. Ta ki bu seneye kadar… 

Bu sene muhtarlık seçimleri öncesinde yaşanan gerginlikler neredeyse köyün tüm halkını cahilleştirmişti. Öyle ki Çavuşoğullarından Sabahaddin, Kerameddin, Murtaza adlı gençler seçim için bin bir meşakkatle Ankara’dan köye gelmişlerdi. Seçim günü oylarını kullanmışlar, köyde hiçbir işleri olmadığı halde yaşanan gerginliklerden ötürü sülalelerine yardımcı olmak için üç-beş gün daha kalmaya karar vermişlerdi. Aradan birkaç gün geçince bu gençler yaşanan olaylara genciyle ihtiyarıyla Çavuşoğullarının fazlasıyla hâkim olduklarını görmüşlerdi. Dolayısıyla artık Ankara’ya dönebileceklerini düşünmüşlerdi. Bir sabah büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüp herkesle ısmarlaşarak taksilerine binip yola revan oldular. Köyden yüz-yüze elli kilometre uzaklaşmışlardı ki arabalarının önüne yolu enine kaplamış ürkütücü görüntüsüyle kocaman siyah bir yılan çıkmıştı. Zavallı hayvanı öldürmek istediler fakat yılan kaçmayı başarınca Sabahaddin “Anlaşıldı ki biz yılanın başını ezemedik demek ki köyde de tuzakları bozamamışız. Tuzakları bozup yılanın başını ezmek için köye geri dönmeliyiz” demişti. Kerameddin ve Murtaza da buna ikna olup köye gerisin geriye dönmüşlerdi. Hülasa seçim öncesi tartışmalar seçim sonrası da devam ediyordu. “Muhtar neden bizim sülaleden olmuyor, neden hep aynı sülaleden çıkıyor?” söylemleri yüzünden yaşanan çirkinlikler küçücük köyü altüst etmişti. Bu meseleler nedeniyle ikiye ayrılan köy ahalisi birbirlerine hayatı zindan ediyorlardı. Köy bu yüzden açık cezaevi gibiydi. Muhtarlığı kazanan Çavuşoğulları ailesi özellikle de bu ailenin gençleri köydeki diğer aileler üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuşlardı. Günlerdir köylülerin evlerinden çıkmasına izin vermiyorlardı. Güya seçim öncesi yaşananlar ve söylenenlerden dolayı köy ahalisi bunu hak etmişlerdi. Müezzingil ve Bakırcıoğulları kavga çıkmasın diye buna tahammül ediyorlardı. Biraz da gereksiz konuşmalarının, iftiralara varacak hakaretlerinin cezalarını çekiyorlardı ama nereye kadar. Günlerdir evlerinden çıkamayan Müezzingil ve Bakırcıoğulları sülalelerinin ekinleri tarlalarda yanmak üzere olduğu gibi köy ahalisine bu baskıyı kuran Çavuşoğulları sülalesinin de tarlalarda ekinleri, bostanlarda sebzeleri ve meyveleri sıcaktan yanmak üzereydi. 

Bu sene muhtarlığı kazanan Ahmed Ağa oldukça şık giyimli bir adamdı. Girdiği mekâna öyle bir girerdi ki o asaleti milletvekilleri görse hayran kalırdı. Ahmed Ağa’nın bu hali muhtarlığa mahsus değildi. Her zaman böyleydi. Yazın sıcağında dahi takım elbisesiz gezmez. Gömleğinin, boğazına kadar tüm düğmelerini ilikler. Sinekkaydı tıraşı ihmal etmez. Heybeti ve konuşması her zaman göz doldururdu. Özellikle köyün çocuklarını aksatmaz, nerede denk gelse onlarla eğlenirdi. Köy ahalisi üzerinde tesiri yüksek olan bir kişilikti. Ahmed Ağa o gün ikindiye doğru köy meydanına geldi. Kardeşleri, oğulları, amcaları, amca oğullarına hitaben “Burada her sabah toparlanıyoruz. Saatlerce oturuyoruz da ne oluyor. Baksanıza tarlalarda ekinlerimiz yandı. Birkaç gün daha gitmezsek bu sene ambarlarımız buğdaysız kalacak. Artık bu inadı bırakalım. Kim ne demişse dedi. Kim ne yapmışsa yaptı. Hepsi geçti artık” deyince amcalardan yaşlı ve öfkeli Rasim Ağa hemen söze atıldı “Yok öyle! Hemen pes etmek. Ekinler yanıyormuş. Yanarsa yansın. Bu köye müstahaktır” dedi. Evde olsun köyde olsun insanlar arasında yaşanan bu tür gerginliklere bir türlü anlam veremeyen Rıza Çavuş konuşarak her işin hallolabileceğini düşündüğünden Rasim Ağa’ya “Ne yapmış ki bu köy ahalisi… Haftalardır bize onların kapılarını bekletirsin. Sanki kanlı bıçaklı düşman gibi olduk. Onlar da tarlalarına, bostanlarına, ahırlarına gidemez oldu biz de. Ne olacak bu işin sonu Rasim, ne olacak ha!” diye sitem etti. 

Haftalardır yaşanan gerginliğin bir ihtiyaç olduğunu düşünen Rasim Ağa havanın hiç yumuşamasını istemiyordu. Rıza Çavuş’un söyledikleri gençler tarafından önemsenir diye endişelendiğinden Rasim Ağa, bu sefer özellikle gençlere dönerek tekrar sözü aldı: “Düşman gibi değil… Düşmanımız onlar düşmanımız! Canımızın, malımızın düşmanı… Siz de biliyorsunuz. Bu insanlar bize yapmadığını bırakmadı. Ne çabuk unuttunuz yapılanları. Bu köyün ahalisi bir olup bize olmadık sözleri söylemediler mi? Muhtarlığı kaybetmemiz için akla hayale gelmedik işleri çevirmediler mi? Üstüne üstlük bizim davarlarımızı hapsetmek de nedir, işte hapis böyle olur! Hadi evlerinden çıksınlar da görelim!”

Hâlbuki bu yıllarda muhtarlığın hizmetten başka hiçbir cazibesi yoktu. Muhtarların ne bir geliri vardı ne de bir yardımcısı. Gel gör ki anlaşılmaz bir hırs ve kırılmaz bir inat uğruna simsiyah bir tarih yazılıyordu. Ülkenin gündeminin de oldukça karışık olması bu tür eşkıyalıklara maalesef zemin hazırlıyordu. Emniyet amirleri de köylerin asayişi ile gerektiği gibi ilgilenemeyince herkes kafasına göre bir düzen belirliyordu. 

Kısacası köyde ciddi bir problem vardı. Çavuşoğlu sülalesinin baskınlığı diğer sülaleleri onlara karşı bir araya getirmiş olsa da gerginlik yumuşamıyordu. Aksine baskın olan Çavuşoğlu sülalesi kendi içlerindeki muhalif seslere rağmen köy ahalisinin dışarıya çıkmasına, işlerini yapmasına uzun bir süre izin verme niyetinde değildi. Köy içinde her gün bu mevzular üzerine konuşmalar oluyor ama bir türlü neticeyi sulha bağlamak fikri ortaya çıkamıyordu. Sinsi bir güç buna asla müsaade etmiyordu. Her zamanın hadiseleri gibi ceviz kabuğunu doldurmayan kırgınlıkların ateşi her yeri yakıp kavuruyordu. 

Ahırlarda hapis kalan hayvanların bakımları yapılamıyordu. Gizli gizli yapmaya cesaret edenler de yorulmuştu artık. Akşamüzeriydi. Evlerinden günlerdir çıkamayan İshak Onbaşı oturduğu yerden birden kalkarak hanımına “Buna can mı dayanır, hanım!” dedi. İshak Onbaşı’nın hanımı kocasını sakinleştirmek için çırpınmaya başladı. İshak Onbaşı takva ehli samimi bir adamdı. Olanlara dayanamıyordu, ahırdaki hayvanların halini düşündükçe canı yanıyordu. Evin içinde bir o yana bir bu yana telaş ile dolanırken hanımına dönerek “Hanım, hanım! Ben koyunlarımın bu eziyeti çekmesine artık razı olamıyorum. Hayvancağızlar ölecekler açlıktan. Hakkını helal et. Her ne olursa olsun gidip koyunlara saman vereceğim” dedi. Şerife Hanım “Bey, bunlar gözü karartmış. Ne olur dışarı çıkma! Bırak aç kalan koyunların da yanan ekinlerin de hesabını Allah’a Çavuşoğulları versinler. Bizi komşu Ermeni köylerine rezil ettiler. Dışarı çıkma ne olur! Bunlar seni öldürürler!” dediyse de kocasını ikna edemedi. 

İshak Onbaşı cesaretini toplayıp dışarı çıktı. Şerife Hanım kocasının arkasından ağlayarak dualar etmeye başladı. Evlerinin hemen altı samanlıktı. İshak Onbaşı kocaman bir sepete doldurabildiği kadar saman doldurdu. Saman sepetini “Bismillah” diyerek sırtına aldı. Asıl mesele bundan sonrasıydı. Koyunlar ve ineklerin bulunduğu ahır eve uzak bir mesafedeydi. Ahıra giderken İshak Onbaşı’nın Çavuşoğullarına gözükmemesi mümkün değildi. Dualar ile yola çıktı. Koyunları düşünüyordu. Zavallı koyunlar. Ne haldeydiler kim bilir. Kafasını hiç kaldırmadan yürüyordu. Çavuşoğulları sanki bunu bekliyorlarmış gibi İshak Onbaşı’yı görür görmez uzaktan taş atmaya başladılar. İshak Onbaşı bir an olsun kafasını kaldırıp bakmıyordu. Taşlardan biri İshak Onbaşı’nın göğsüne isabet edince nefesi kursağında kaldı. Hemencecik bulunduğu yere yığılıverdi. 

Çavuşoğullarından bu vahşiliğe şahit olan küçük Selim yanındaki arkadaşına “İshak amcaya daha fazla zarar vermezler umarım” dedi. Sanki Selim’in hayaline inat gibi beş-on kişi İshak Onbaşı’nın yerde yatan bedenine doğru koşmaya başladılar. Sonra da öldüresiye zavallı adamın üzerine çullandılar. Acımasızca vurup durdular. Hatta gözünü karartmış olan Rasim Ağa gençlere “Çekilin yiğitler oradan, adam ölmeden bir de ben tepeyim şu mendebura” dedi. Hiçbir suçu olmayan İshak Onbaşı da sebepsiz düşmanlığın kurbanı olmuştu. Eli yüzü kan çanağına dönmüştü. Çavuşoğulları İshak Onbaşı’nın kollarından sürükleyerek onu kan revan içinde evinin önüne bıraktılar. Pencerede oturmuş gözünü bir an olsun yoldan ayırmayan Şerife Hanım gördüğü manzara karşısında çığlıklar atmaya başladı. “Ey ahali neredesiniz! İshak’ımı öldürmüş bu zalimler! Şu zavallı kocamın haline bir bakın. Yetişin ne olur, yetişiiin!” diye kocasını içeri alıp saatlerce onun sıhhati ile alakadar oldu. 

Ahırda koyunlar yine aç aç sabah edeceklerdi. Artık bu zorbalığa dayanacak güç kalmamıştı. Belki farkında değillerdi fakat hem işledikleri günahlarla hem yaptıkları zulümlerle Çavuşoğulları da helak oluyorlardı. Şimdilik gururlarından başka hiçbir şey düşünemiyorlar, köyün içinde deli gibi dolanıyorlardı. Tek gündemleri Müezzingil ve Bakırcıoğulları sülalesinin burunlarından fitil fitil getirmekti, “görecekler onlar!” deyip duruyorlardı. Küçük Selim ağlaya ağlaya, kendi kendine “Neyin düşmanlığı bu. Amcalarımın şu İshak amcaya yaptıkları nasıl doğru olabilir. Anlayamıyorum. Ne olur meralarda hayvancıklar karınlarını doyursalar, çeşmelerden sularını içseler. Hayvanları aç bırakan insanları mutsuz eden böyle bir güç olmaz olsun. Nereye varacak bu durum. Arkadaşlarım dışarıya çıksalar, onlarla oynasak. Oturup konuşarak rahatlıkla halledebilecekleri bir sorunu ne kadar büyüttüler. Köyü bize zindan etmek bu kadar mı lezzetli. Bu mu şimdi amcalarımın bize hazırladığı gelecek? Olmaz olsun böyle gelecek” diye söylenip durdu. Herkes burnundan soluyordu. Kimse Selim’in ağlamasını görecek ve onu teselli edecek vaziyette değildi. 

Ağlayarak eve gelen Selim Ankara’dan tatil için gelip bu istenmedik olaylarla karşılaşan fakat kavgalara hiç karışmayan Hasan amcasının yanına oturdu. Hasan Amca Selim’in başını okşayarak “Şiddetli bir inat ile ehemmiyetsiz gelip geçici işlere tüm duygularını harcayanlara şaşırıyorsun değil mi Selim? Bu kavga edenler bakacaklar ki bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat etmişler. Sonra pişman olacaklar. Zararlı, zehirli bir meseleye sebat etmek hiç kâr-ı akıl değilmiş diyecekler. Ama oluyor işte. Merak etme! Er geç anlayacaklar. Bakacaklar ki bu kuvvetli inat duygusu, böyle düşmanlıklar için verilmemiş. O inat duygusunu böyle yerlerde sarf etmenin insanın yaratılışına ne kadar zıt olduğunu anlayacaklar. Fakat akla mantığa sığışmayan bu hallerini çok geç anlamazlar umarım. Bu şiddetli inat duygusunu nerede kullanacağımızı bir bilsek sen gör o zaman bizdeki gücü” dedi. Selim için harika sözlerdi bunlar. Bu zamana kadar bu sözlere benzer hiçbir söz işitmemişti. 

Selim, Hasan Amca’ya “Peki amca bu inat duygumuzu nerede kullanmamız gerekir?” diye sordu. Hasan Amca “Lüzumsuz gelip geçici meselelere inat etmek yerine kalp kırmamaya, kırıcı söz kullanmamaya, günah işlememeye, iyilikten vazgeçmemeye inat edebiliriz Selim. O zaman bu duygu güzel bir kararlılığa dönüşüp bizi kahraman yapmaz mı? Söyle bakalım Selim?” dedi. Bu sözlerle oldukça rahatlayan Selim hayretle “Evet amca evet! Çok güzel söyledin. Duygularımızı demek ki öyle kafamıza göre kullanmak yokmuş” dedi ve Hasan Amca’sıyla biraz daha muhabbet ettikten sonra yatağına uzandı. “Allah’ım senin her şeye gücün yeter. Sana yalvarıyorum! Bir vesile yarat da köyümüzdeki kavga bitsin. Bu kavga bitsin de ineklerimizi, buzağılarımızı dağda bayırda gelincikler arasında zıplarken arkadaşlarımla seyredelim. Arkadaşlarımla çelik çomak oynayalım. Sonra da bize verdiğin başaklardan dolayı arkadaşlarımla, ailemle beraber sana şükredelim. Sen her zaman şükürlerin en güzeline layıksın” diye duasını etti. Selim, Hasan Amca’sının söylediklerini de düşünerek o gece rahatça uyuyuverdi.

Çeşmelerden geceleri gizli gizli evlere, ahırlara sular taşınıyordu. Geceleri hayvanlar kaçak göçek, yarım yamalak doyurulmaya başlanmıştı. Samanlık ve ahırları evlerinin yanında olanlar biraz daha rahat hareket ediyorlardı. 

Çavuşoğullarının köy içinden ve damlar üzerinden tehdit dolu bağrışmaları ile yine herkes gerilim dolu bir sabaha uyanmıştı. Başakların da kuruyup tam olarak verimsiz hale gelmesine belki de birkaç gün kalmıştı. Komşu köyler artık patoz işleriyle uğraşıyorlardı. Bu köye komşu olan bir Ermeni köyü vardı. Bu köye de tüm çirkinlikler sanki Ermeni köyünden sıçramıştı. Çavuşoğullarından Selim o günün sabahında hayvanları otlatmak için meraya çıkarmıştı. Hayvanları köyden biraz uzaklara götürmek istedi. Olanlar oldu. İshak Onbaşı’nın talihsiz olayından sonra şimdi de başka bir sorun patlak vermişti.

Selim köylerindeki eski sevinçli günleri düşünerek önüne kattığı ineklerle beraber köyden epey uzaklaşmış, Arkın denilen otları bol olan çayırlara gelmişti. Bu otlaklık Ermeni köyü ile tam sınırda bir yerdi. Selim buradaki çeşmede hayvanlarını bir güzel suladı. Hayvanlar çölde yanmış gibiydiler. Buz gibi suyu içtikçe içtiler. Selim bir taraftan da hüzünle tarlaları izliyordu. Tarlalara kibrit çaksan neredeyse bir anda alev alıp parlayacaklardı. Öyle etrafı izlerken Selim’in bir anda dikkatini tarlalarda gördüğü karartılar çekti. Günün ortasında bunlar domuz olamazdı. Gördüğü karartılara doğru koşarak ilerledi. Baktı ki onlarca inek köylülerine ait tarlaları talan ediyordu. Gönlü buna razı olmadı. Bağıra çağıra inekleri ekin tarlalarından çıkarmaya başladı. Bir söğüt altında dinlenen iki çoban sesleri işitince koşarak Selim’in üzerine geldiler. Selim baktı ki bunlar Ermeni köyünün çobanları. Hiç konuşmaya fırsat kalmadan amansız bir kavgaya tutuştular. Fakat Selim on iki yaşlarında ve bir çocuk nasıl mücadele edecek aynı yaştaki iki çobanla. Bunu düşünecek vakit yoktu. Elinden geldiğince kendini korumaya çalıştı. Önce üzerine hücum eden tombik çocuğu yakasından tuttuğu gibi yere serdi. Onun yuvarlanmasını fırsat bilerek geri çekildi. Hemen yerdeki çobanın elinden düşen sopasını aldı. Elindeki sopayı kılıç gibi kullanmaya başladı. “Gelmeyin üzerime, hem hayvanlarınıza sahip çıkamıyorsunuz hem de beni mi döveceksiniz! Siz haram nedir bilmez misiniz?” dedi. Öyle ki sopayı bir o yana bir bu yana savurmaktan kolları yoruldu. Ayaktaki çocuk biraz daha heybetliydi. “Madem günahı bilirsiniz? Neden tarlalarda yanan ekinlerinizi biçmezsiniz ha!” diyerek Selim’in üzerine atladı. Kendini savunmaya çalışan Selim yerden avucuna aldığı toprağı çocuğun ağzına, gözüne atarak üzerindeki çocuğu bir güzel hırpaladı. Ne kadar hırpalasa da çocuğu üzerinden atamadı. Tombik çocuğun da gelmesiyle Selim artık yerden kalkamamıştı. Acımasız çocuklar Selim’i yara bere içerisinde bıraktılar.

Köy evlerinden birinin damında oturan ihtiyar bir kadın bağrışmaları duydu. Olanları uzaktan nasıl gördüyse olanca sesiyle bağırmaya başladı: “Yetişin, Ermeni çobanlar Selim’i dövüyorlar! Yetişin dostlar yetişiiiiin!” Selim’in kavgası köye hızlıca yayıldı. Haber bir anda tüm köyü sardı. Köyün tarlalarını koruyan Selim’i kurtarmak için Çavuşoğulları ellerine ne varsa alıp köye altı-yedi yüz metre uzaklıktaki Akın’a koşuşmaya başladılar. Bütün köy ahalisi Bakırcıoğulları ve Müezzingiller de “hurrrraa” evlerinden çıkıverdiler. Hep beraber yola düşen köylüler bir kilometreye yakın mesafeyi yürürken bir sürü strateji geliştirdiler. Ahmed Ağa herkese ne yapacağını söylemişti. Zaten Ermenilerle yapılan kavgalarda oldukça yararlılık göstermiş tecrübeli Şerafeddin Ağa da olunca evelallah bu işin üstesinden gelinecekti. Ermeni köyüne de bir şekilde haber ulaşmış, onlar da olay yerine akın ediyorlardı. Bu arada köyde kalan Rıza Çavuş tüm ahırların kapısını açmakla meşguldü. İnekler, koyunlar, mandalar, keçiler, tavuklar, eşekler ahırlardan hoplaya zıplaya çıkıyorlardı. Köy bir anda nevruz bayramı gibi şenlenmişti. Akın’a giden köylüler de tarlalarından yabancı hayvanların tamamını çıkarmışlar, Selim’e hücum eden çobanlara da hadlerini bildirmişlerdi. Tam bu esnada kalabalık bir Ermeni topluluğunun geldiğini gördüler. Herkes ne yapacağını biliyordu. Bir saate yakın süren kavganın sonucunda Çavuşoğulları, Bakırcıoğulları ve Müezzingiller hep beraber Ermenileri püskürtmeyi başardılar. Şerafeddin Ağa yanına aldığı köy bekçisinin tüfeği ile üç-dört el ateş edince koca Ermeni köyünün genci ihtiyarı çil yavrusu gibi dağılıverdiler. Taşlarla devam eden kavganın seyrini hiç kimsede olmayan silahtan havaya sıkılan mermiler belirlemiş oldu. Gerçi Şerafeddin Ağa kavga sonrası köye geldiğinde hanımı Şehriban Hatundan “Sen o silahı hangi cesaretle yanına alıyorsun? Haydi, aldın diyelim ne demeye ateşliyorsun? Allah etmesin birinin bir yerine bir şey olsaydı. Yanında seni müdafaa edecek kimseyi bulamazdın. Biz de çoluk çocuk aç sefil ortada kalırdık!” diye bir güzel azar işitmişti. Şehriban Hatun haklıydı belki ama gözler kararmıştı bir kere… Her neyse ki Ermenileri bu densizliğe cesaret ettiklerine pişman etmişlerdi. Ufak tefek yaralarla beraber geride paha biçilmez bir muhabbet kalmıştı. Köye dönerken tüm ahali etrafı hep beraber izleme fırsatı buldular. Çavuşoğlu sülalesi bu harp misali kavgadan dönerken Selim’in kollarına girerek onu taşıyanlara baktılar. Biri Müezzingillerden İshak Onbaşı diğeri de Bakırcıoğlularından Raif Bey’di. Çavuşoğulları köyün birlik ve beraberliğini bozdukları için yeterince mahcup oldular. Neyse ki hep beraber olup Ermenileri püskürtmeyi başarmışlardı. Harici bir düşmanlık köyü bir anda bir araya getirmişti. Artık kendi içlerindeki düşmanlıklarını unuttular. Hatta bir daha akıllarına bile getirmediler. 

Rengârenk bu manzarayı nasıl da özlemişlerdi. Herkes birbirine utanarak bakıyordu. Köye geldiklerinde de her yer bayram yeri gibi olmuştu. En inatçı Rasim Ağa başta olmak üzere üç-dört haftadır yaptıklarına hiç kimse bir anlam veremiyordu. Bunlar neden olmuştu unutmak istiyorlardı. Bu yaşananları bir daha yaşamamak ve açmamak üzere kapattılar. 

O akşam köyün cami avlusunda hep beraber yemekler yendi. Ermenileri nasıl püskürtüp durduklarını birbirlerine anlatıp durdular. Selim’in amcası Hasan yemekten sonra ayağa kalktı ve şöyle dedi:

“Yemekten kalkmadan önce sizlere birkaç kelam etmek isterim sevgili dostlarım! Kalpleri ağlatacak çok üzücü bir durumdan neyse ki kurtuldunuz. Haricî düşmanların ortaya çıkıp hücum etmesiyle dâhilde olan düşmanlıklar unutulurmuş. Siz de öyle yaptınız. Bu kaideyi en bedevî en cahil kavimler dahi takdir edip yaparlarmış. Sizin yapmamanız da düşünülemezdi zaten. Şu mübarek köyde huzur, hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki birbiri arkasında hücum etmeye hazır hadsiz düşmanlar varken, küçücük düşmanlıkları unutmayıp Ermeni gibi düşmanların hücumuna zemin hazırlamışlar? Böyle bir hal kabul edilemez. Böyle bir vahşet devam etseydi köyümüze büyük bir hıyanet olurdu.

Bir zamanlar bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adaveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dâhilî adâveti hatırlarına getirmezlermiş. Şimdi sizler harici düşmanı mahvettiğiniz gibi içinizdeki düşmanlığı da kaldırdınız. 

İşte, ey köylülerim! İman ehline karşı düşmanlık vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde akbabalar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla düşmanlar vardır. Her birisine karşı dayanışma içinde olmamız gerekir. El ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburuz. Onların hücumunu kolaylaştırmak hükmünde olan birbirimize düşmanlıkta inat etmek İslam terbiyesi almış bizlere yakışır mı? O düşman daireler, sapkınlar, yoldan çıkmışlar ve zalimlerden ta kâfirler âlemine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet almışlar. Birbiri arkasında size hiddet eden ve sizi yutacak gibi size hırsla bakan belki yetmiş nevi düşmanlarınız var. Bunları düşünüp bir daha aynı hataya düşmezsiniz umarım.” 

Hasan’ı herkes heyecanla dinlemişti. Muhabbet bir müddet daha devam etti. Sonrasında yorgun düşen ahali evine gidip erkenden yattılar. Sabah seher vaktiyle de çobanlar hayvanlarını ahırlarından çıkardılar. Diğer köylüler de alelacele tarlalarına koşup ekinlerini biçmeye başladılar.

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.