Doksanlı yılların yoğun “televole kültürü” son yıllarda tahtını televizyon dizilerine bırakıverdi. Hemen hemen her televizyon kanalında “pembe dizi” diye adlandırabileceğimiz bir veya birden fazla yapım var. Sanki her biri aynı fabrikanın ürünü, aynı kalemin eseri, aynı sanatçının sanatı. Tabi ben sanat deyince birden irkiliverdiğinizi fark ederek şunu da eklemek istiyorum: “Sanat” mı yoksa “paçavra” mı, elbette orası tartışmaya açık bir mevzubahis…
Genelde dizi başlangıcında acı çeken, maddi konularda büyük sorun yaşayan, psikolojik olarak çöküntü içinde, derin dehlizlerde kaybolmuş, kısaca hayattan beklentisi kalmayan ve yılgın bir insan modeli vardır. Bu model ne yaparsa yapsın “şans” ve “talih” ona gülmemektedir. Bir de bunun tam aksi özelliklere sahip bir model var ki sormayın. Mükemmellikte sınır tanımayan, kaslı, güçlü, kuvvetli, geniş omuzlu bir delikanlı ayrıca dünyalar güzeli, ince belli, spor arabasına binip karizmatik halde usul usul uzaklaşan, bunalımını havuz sefası yaparak sıfır seviyesine indirgeyen, istediği an şehrin bir ucundan diğer bir ucuna şipşak ulaşıveren güzeller güzeli hatun. Velhasılı evlere şenlik karakterler. Ah, o ne mükemmellik, ne incelik, ne nezaket ve de ne zarafet!
Hayatımızın, yaşama gayemizin, amacımızın, hayallerimizin ve daha birçok şeylerimizin “sözde aşkın” yaşanmasına bağlı olduğu izlenimi aktif bir biçimde bizlere empoze edilir. Dizilerde o sözde aşkı ve sevdayı bulan esas oğlan veya esas kadın bir anda sorunlarından uzaklaşır, sıkıntıları uçuverir, yitip gitmekte olan hayalleri canlanır, ufku genişler, ışığı görür, kararan dünyası aydınlanır, berraklaşır…
Ne kadar kolay değil mi? Bir insana aşık ol ve her şey son bulsun. Dert, tasa semtine uğramasın. Hayatın dupduru ve huzurlu olsun. Gerçekten çok cezbedici… Şu aşkın bir spreyi olsa da sıksak, bizler de faydalansak keşke.
Unutmadan söylemek isterim, eğer ki aşk hayatından çıkıp gittiğinde, ilişki bittiğinde; son işte odur! Hayatın, ömrün sonu gelmiştir. Hüzünler çıkmazıdır artık, sığınılacak limanlar bitmiştir. Aylarca acı çeker, hayatından zevk almaz hale gelir; o yoksa hiçbir şey yoktur. Her şey anlamsızdır. Duyamaz, göremez, hissedemez ve işitemez. Can damarına bıçak saplanmış, oluk oluk kanlar boşalmaktadır. Hayatta tek üzülecek ve zihnini meşgul edecek buhran ayrılığın ta kendisidir. Sözün özü ülke olarak romantizmden hem ölüyoruz hem kuduruyoruz!
Bir adam iki kadın, iki adam bir kadın. Bumerang aşk üçgenleri. Aşkın cehenneminde üç adet kuduruk şahıs. Biri diğerine aşık, o başkasına. Herkes birbirini elde etmek ve diğerini alaşağı etmek için düşünmediği fitne ve fesat kalmıyor. Dedikodu ise olmazsa olmaz özellik…
Aşamalar aşamaları kovalarken mal varlığı bir hayli yüksek orta yaşlı ve karizmatik esas beyimiz mutlaka genç bir sevgili adayıyla eşine boynuzu takıyor (eşi bunu öğrenince tabi artık hayat, karizmatik ama gururlu ve bir o kadar da yanlış yapmadığından emin olan adam! için açık cezaevi halini alıyor.) Entrikalar, intikamlar, öçler alıyor başını gidiyor. Almazsa intikamını yaşayamaz ki… İşte tam da bu yüzden muhakkak ki ön şart içindeki canavarın ortaya çıkması. Kendini önce içkiye, sonra tanıştığı başka adamların! kollarına atıyor “kadın”. Kollarına attığı adam da bir hayli anlayışlı, fakat kadın asla o iyilik abidesi adama gönlünü vermiyor. Çünkü gönlü başkasında. Kocasında tabi, kimde olacak! Ne güzel dünya be, yaşanılası bir ülke, izlenilmesi gereken televizyon dizileri, gerçekten, hakikaten!
Bu dizileri yazan senaristlerde ayrı bir parantezde. Galiba dünyanın en zeki senaristleriyle karşı karşıyayız. Hayal gücünde sınır tanımıyorlar. Donanım mı? Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. Entelektüel birikim konusunda zirvedeler. Bunlar yenilik peşinde koşmayı hayat düsturu haline getiren, kimsenin düşünmediğini düşünüp senaryo hazırlayan yazarlar, öyle ki entelektüel birikim nedir ki onlar için? Aklın sınırlarını zorluyorlar hakikaten. Basitlik, sıradanlık kavramlarıyla yakından uzaktan alakaları yok elbette. Sıradışı ve yenilikçiler. Dünya dizi sektöründe pembe dizi konusunda bir numaralar. Bize de bu yakışır zaten, öyle değil mi? Sıfır mantık ve geri kalan yüzde yüzlük kısım romantizm ve dram…
İşin en ilginç yanlarından biri de söz konusu türde olan dizilerin isimlerinde bir aşk ifadesidir almış başını gidiyor. Ne kadar ucuz bir şekilde ağzımıza alır olduk bu kutsal ve ulvi kelimeyi. Ne çabuk hayatımıza dahil ettik bu kavramı, ne kadar hızlıca tüketip attık bir kenara? Kim veya kimler için harcadık da, asıl hak eden için ne kadar sarf ettik? Diyeceğim o ki sadece on ya da on beş bölümlük değer biçtiğimiz bu kavram üstün zekalı senaristlerimizin de katkılarıyla eminim ki hak ettiği değeri bulmaya devam edecektir, hiç ama hiç şüphemiz olmasın…