Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir.
Böyle diyordu talebelerine Bediüzzaman, Kur’an-ı Hakîm ve sünnet-i seniyye eksenli tefekkür mesleğinin köşe taşlarını bildirirken. Mesleğini tarif ettiği daha ilk cümlesinde inhisarcı zihniyeti reddediyor; güzel, doğru, hak, ehak ve pürkusur olan tek meslek bizim mesleğimiz demiyor, Allah’a ulaşacak yolların çeşitliliğinden ve bu çeşitli yolların kendi arasındaki farklılıklarından ve hususiyetlerinden bahsediyor:
- Aczin ubudiyet yoluyla mahbubiyete yükseltişine
- Fakrın Rahman ismine ulaştırmasına
- Şefkatin Rahim ismine kanatlandırmasına
- Mesleğinin en mühim esaslarından birisi olan, hayatını ve eserini üzerine bina ettiği ve dün olduğu gibi bugün de (maalesef) peyderpey terk edilen (göz ardı edilen) ve Hakîm ismine ulaştıran tefekkürün kıymetine
Mesleğini tarifte kullandığı bu dört ana kavramın en önemli hususiyeti ise soyut kavramlar olmasıdır. Buradan da anlaşılıyor ki bu dört soyut kavrama kim somut/dünyevi bir kavram eklerse bunları göz ardı eder veya bunları istikametinden saptırıp “somut” olana hizmet ettirirse hizmet ettirdiği o kavram gibi somutlaşır, dünyevileşir ve son tahlilde hizmeti Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da çerçevesini belirlediği hizmet anlayışının sınırlarından çıkar.
Son dönemlerde herkesin aşikâre gördüğü yapının geçirdiği değişim ve dönüşümün iz düşümlerini bu konu özelinde değerlendirmek de mümkün. Acz ve fakr Rabbimizle muhatabiyetimizde görülmesi ve gösterilmesi gereken bir tavırken dünyevi kazançlar için istismar edilerek insanlara karşı görülüp gösterildi. Şefkat “biz”den olmayan, bizim dışımızda Allah’ın dinine hizmet gayreti içinde olan ve bizim kusurlarımızı söyleyenler için adavete dönüştürüldü. Tefekkürün, düşünmenin, sorgulamanın ise hocamız, abimiz, vakfımız, cemaatimiz yapıyorsa “Vardır bir hikmeti, ondan iyi mi bileceksin, biz kim oluyoruz ki” denilerek göz ardı edildiği, hikmetin taklide hizmet ettirildiği ve bu uğurda nice yanlışın yapıldığı, nice zararın verildiği ve nice insanın kalbinin ve ruhunun başka iklimlere kaymasına sebep olduğu bir süreci hepimiz bizzat yaşadık.
Halbuki Kitab’a (Kur’an’a) uyduğumuz halde insanlara iyiliği emrederken kendimizi unutmamızdan alıkoymak için, akletmenin gerekliliği (Bakara 44); ölüleri diriltilip ayetlerini bize gösteren rabbimizi bulmak için akletmenin gerektiği (Bakara 73); Allah katında en kötü olanın ise akletmeyen olduğu (Enfal 22) gibi birçok ayete Kur’an-ı Hakîm’in hikmet dolu sayfalarında rastlamak mümkün…
Ayrıca geçmişten günümüze izlenecek zincirleme bir metot ile bu konu özelinde Hz. Peygamberin (asm) ömrünün herhangi bir karesine baktığımızda tefekkür ve akletme hakikatinin onun hayatındaki önemini görebiliyor yahut onun rıza-i ilahi çerçevesinde açmış olduğu yoldan giden sahabe, evliya, asfiya ve nice müminler topluluğunun fiiliyatında da bu hakikati gözlemleyebiliyoruz.
Mesleği, konumu, ünvanı, takvası, adaleti ve sayılabilecek nice güzel hasleti ne olursa olsun herkesin sözünün sorgulanması gerektiğini bir işaretin ardından şöyle ifade etti İmam Malik: “Şu mezarın sahibi dışında herkesin sözü alınır da atılır da.” Özgür düşünceyi, sorgulamayı vurgulayan ve akla davet eden bu sözden dün olduğu gibi bugün de alacağımız çok dersler var.
Tefekküre, akletmeye ve düşünmeye insanın ubudiyeti veçhesiyle bakıldığında ise nasıl gözün ibadeti hayretle bakmak, kulağın ibadeti güzel şeyler duymaksa bu azaların hepsini makul ve hikmetli ölçülerde kullanmamızı sağlayan aklın ibadeti ise tefekkürdür. Aklın ibadetinde eksik ve kusur olduğunda buna bağlı göz, kulak ve dilin ibadetleri de zarar görür ve ubudiyetleri eksik kalır.
Akla, düşünmeye ve tefekkür etmeye değer vermeyenlerin aynı şekilde Bediüzzaman’ın kaleme aldığı metinlere de bir “hazır bulmuşluk” nevinden ilham libasını giydirdiğini görüyoruz. Halbuki bu düşünce Bediüzzaman’ın zorlu ve sancılı tefekkür sürecini görmezden gelmek demektir. Nitekim tefekkür sancılı ve zorlu süreçtir. Bu sürecin Bediüzzaman’ın hayatındaki görünümleri ise özellikle Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sürecinde görülmektedir: Bir arayış, sancılı düşünme süreçleri, tefekkür, tahayyür ve nihayetinde Yeni Said. Bir gecede ve aniden değil yıllar süren bir sürecin meyvesiydi Yeni Said.
İstismar Edilen Kavramlar
Belki biraz ağır, belki de İslami çizgiden uzakmış gibi görülen birtakım çevrelerin söylemi olarak görülen bir söz maalesef bugünkü cemaatleşme kültürünün çerçevesini çiziyor. “Cemaatler özgür alanlar değildir ve eleştirel düşünce cemaat kalıpları içinde kabul edilemeyecek bir vakıadır.”
Gerçekten de hiyerarşik bir sıralamanın olduğu, alınan kararların sadece belirli tabakalar tarafından alındığı ve mutlak itaatin kurumsallaştığı birtakım gruplarda eleştirel düşünce diye bir şeyin varlığından dahi söz edilmesi pek mümkün gözükmüyor. Çünkü senin yerine karar veren ve senin hayatını ilgilendiren meseleleri dahi senden daha iyi çözümleyeceğini düşünen kişiler tarafından alınan kararlar sorgulanamaz kabul ediliyor. Alınan kararları eleştirmeyi geçelim sorgulayamazsın bile. “Bu kararı verilmişse vardır bir bildikleri, vardır bir hikmeti” görüşünün aşılanmaya çalışılması ve kitlenin de bir süre sonra bu söylemi kendi fikirleriymiş gibi kabullenmeleri; bu eleştirel düşünce hazinesini ve her insanın bir hazine ve imkan zemini olan zihinlerini “sorgulama ve itaat et” alt metinleriyle dolduruyor. Vakıa böyleyken bu tür gruplara mensup insanları birtakım “üst akıllar”ın yönetmesi daha da kolaylaşıyor.
Diyelim ki birey bu dikte kararları kabul etmedi ve sorgulamaya mı başladı; hemen önüne bazı kavramlar yığılıyor ki birtakım hassasiyetleri gereği geri adım atsın ve bir daha böyle bir saçmalığa! yeltenmesin: Allah rızası, dava, hizmet, ihlas, şahs-ı manevi, meşveret…
Meşveretle yönetildiği ve ortak akılla kararların alındığı söylenen birtakım gruplar için de bu tarif ettiğim senaryo geçerlidir.
Bu kavramların istismarının sonuçları ise tam bir facia:
- Allah’ın rızasının yaptığı “hizmet”te kesin olarak tecelli ettiği anlayışı
- Bir iş yapılmazsa kalbin en derinliklerinde ve meleklerin dahi bilmediği sır olan ihlası sorgulama yetkisinin kazanılması
- Keyfi kararları herkese kabul ettirmenin meşveret zannedilmesi
- Kendi din ve dine hizmet anlayışlarının merkez olduğunun düşünülmesi
- Başka hakikat yolları, usulleri ve meşreplerinin reddi
- Ve bunlara ek olarak sayılabilecek problemler zinciri…
Bütün bunlar aklı reddetmenin, kıymetsizleştirmenin ve taklidin asıl yerine geçmesinin neticelerinde sadece bazıları.
Akıl, teklifin en mühim şartlarındandır.
Akıl, Rabbimizi bulmanın anahtarıdır.
Akıl, kula kul olmaktan kurtaran bir imkandır.
Aklını kullananlara selam olsun…
- Tefekkür mesleği ve akla muhabbet - 25 Ocak 2025
- Kırılan zeminler: iki ucun sarsıcı çatışması - 18 Ekim 2024
- Herkesin yolu kendine mi? - 11 Ekim 2024