Ümmi peygamber

Ümmi peygamber

Harfler, kelimeler, cümleler bize neler ifade ederler. Noktalar, virgüller, soru işaretleri bizim niye nefesimizi keserler. Hepsinde bir şeyler mi gizli yoksa? Ya da hepsinin bir eksiği mi var? Biri topal, biri kör, birinin dili lâl mi olmuş? Ne diyorlar bize? Hayatın içindeler ve yaşıyorlar mı yoksa? Her gün bir suret mi giyiyorlar? Hangi sıbga ile boyanmış hangi fıtrat elbisesini giymişler? Onlardan birinin olduğu yerde bir mucizeye şahitlik yaparlar mı? Hangi sokakta, hangi caddelerde gizli kalmışlar? Onlarla aynı sofraya oturulur, dertleşilir mi? Neye benziyorlar?

Biri dimdik elif gibi, biri  kevser havuzu altında ene var da havuza atılacak, biri de hilale benziyor sanki… Biri sanki ok fırlatılmış da izi kalmış, biri su damlamış da sonra aşağı sızmış, biri de ucunda incir olan kanca… Bir anlamı olmalı hepsinin. Gözlerimle anlamlandıramadıklarımı latifelerim anlamlandırabilir mi? Karmakarışık zihnim bu girdaptan kurtulur mu? Müşevveş aklım sora sora bazı şeylere bir çare bulduğu gibi buna da bir çare bulur mu?

Bir konuşma geliyor Mekke’den esen rüzgar ile kulağıma. Aynı dertten muzdarip birini anlatıyorlar zannımca. O da anlam veremiyor ve benim gibi girdap içinde girdapta imiş. Konuşmalardan anlıyorum ki benim gibilere “ümmi” diyorlarmış. Tüm latifelerim kilitleniyor sanki o an. Açılması yeni bir cümlenin kilidi kırması ile oluyor. “Ümm”, anne anlamına gelen, anasından doğduğu hal üzere kalan, okuma yazma bilmeyen, yaratılışı yeni bir şey öğrenmekle değişmeyen insana denirmiş. O an anlıyorum  anlamlandıramadıklarımı.  Derdime derman olacak cümleler duymak için daha da müdakkik dinliyorum söylenenleri. Duyduklarımdan sonra şunu anlıyorum okuma ve yazmam için anlamlandıramadığım harfleri öğrenmem, onları birleştirip kelimeleri, kelimelerin insicamı ile de cümleler kurmam gerekiyor.

Bundan kısa bir süre sonra okumayı ve yazmayı öğrenmiş idim. Kasavetli ruhum nur ile dolmuş idi. Artık Allah’ın kitabını okuyor kötü de olsa yazabiliyordum. Kelamullah’tı bu ya inşirah yağmurları yağmıştı yüreğime. Lakin kulağıma gelen şeyler daha bitmemişti. Daha iyi duyabilmem için Mekke rüzgarı daha güzel esiyordu çünkü adı anılan Efendimiz Muhammed Mustafa (ASM) idi. Kalbim duracak gibiydi. O’nun (ASM) iki büyük mucizesinden bahsediyorlardı. Birinin Kur’an-ı Kerim olduğunu diğerinin Şakk-ı Kamer olduğunu söylüyorlardı. Ancak O’na (ASM)  ümmi peygamber diyorlardı. Kur’an-ı Kerimdeki A’raf suresinde geçen bu ifadeyi sürekli tekrarlıyorlardı. Şaşırmıştım söylenenlere, peki Kur’an-ı Kerim’i nasıl okuyordu? Hem de ilk emir “oku” iken.

Gelen sesler devam ediyordu. A’lâ Suresi 6. ayette, “Bundan böyle sana Cebrail’in öğreteceği üzere Kur’an’ı okutacağız da, unutmayacaksın” dendiğini, Peygamberimiz’in (ASM) bir kitap veya yazıya bakarak okuyamadığını fakat Kur’an-ı Kerim’i ezberinden çok güzel okuduğunu söylüyorlardı. Her şeyin bir sebebi olduğu gibi bunun da bir sebebi vardı tabi ki ama neydi? Hemen bir ayet daha imdada koşuyordu gelen seslerden, “Ey Resulüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi. Ankebut, 29/48)”.

Allah’ım! Habibim dediğin Resulünü hiçbir çabaya bağlı kalmadan okumayı ihsan edip yazmadan mahrum ederek batıl cenahının şüphesine mahal verdirmemiştin. Dilim tutulmuş gözlerim dolmuştu. Boğazımda bir düğüm ve dilimde bir şükür vardı. Sonra birinci mucizeyi anladım da Şakk-ı Kamer mucizesi ile ümmi peygamber arasındaki alakayı anlayamadım. Hemen bir ses de Molla Cami’den gelmişti: “Hiç yazı yazmayan o ümmi Zat parmak kalemiyle sema sayfasında bir elif yazmış; bir kırkı, iki elli yapmış.” Yani yazıdan da mahrum etmemişti Rahman. Rabbim şehadet parmağıyla sema sayfasına yazılan elif ve ayrılan ay… Rabb-i Rahimim ne güzel bir yazıdır dünya ve ahirette silinmeyen. Ne güzel bir eliftir yazılan, birçok kişiyi imana getiren. Semaya yazılan ilk yazı seninki miydi Efendim (ASM). Sema sayfası bir mucizeye daha şahit olmuştu senin şehadet parmağınla. Yıldızlar bile bulundukları yerden Sana (ASM) dönmüşlerdi. Gezegenler, tüm gök cisimleri o gün heyecandan yörüngelerinden çıkacaktı. Sema ehli alkışlıyordu bu geceyi. Hatemü’l kulub olanlar hala sihir diyorlardı ya sen sağanak sabır yağmurları altında ıslanıyordun. Efendim (ASM) sema sahifesine yazdığın elifi duyduktan sonra ne okuma ne yazma bildiğimi söylüyorum artık. Ben dilimin lâl sözcüklerimin ketum olduğunu anlıyorum. Asıl okuma yazma bilip de ümmi olan benim. Ben hiçbir şey bilmiyorum Efendim (ASM). Senden (ASM) şefaatini istiyorum.

Aklıma Molla Cami’nin “bir kırkı iki elli yapmış” sözü takılıyor. Düşünüyorum ne demek istediğini. Bir türlü anlayamıyorum kırk ne, elli ne? Molla Cami yetişiyor imdadıma. Ay’ın dolunay şeklindeki duruşu “mim”in yuvarlak kısmına, ikiye ayrılınca da her parçası noktasız “nun”a benzediğini; ebced hesabında “mim” kırk, “nun” ise elli olarak hesap edildiğini ifade ediyor Molla Cami. Rabbim sen nasıl sır gizlemiştin her şeye. Her şey nasıl anlamlıydı zemin ve sema sahifesinde.

Şimdi daha iyi anlıyorum “mim’e aşık bir nun’um” diye neden kaside yazdıklarını. Ey Rabbi Rahimim sen bizleri mime aşık nun eyle!

Zehra Kocabaş
Latest posts by Zehra Kocabaş (see all)
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.