İnsanlık varoluşundan bu yana kendinin, üzerinde yaşadığı dünyanın ve ötesinde kâinatın varlığını anlamlandırmaya çalışmıştır. Genel olarak da bu anlamlandırma iki şekilde olmuştur: Ya kâinatı olduğu gibi kabul etmek; yani onu kendiliğinden bilmek suretiyle maddeye ezeliyet (başlangıçsızlık ve sonsuzluk) vermek, ya da kâinattaki her şeyi, ondaki hiçbir şeye benzemeyen ve sonsuz kudret ve kuvvet sahibi bir Zat’ın yapması, yaratması olduğuna iman etmek. Yani bir tarafta seküler bir bakış açısı ve diğerinde imani bir bakış açısı.
Kâinatı kendiliğinden olmuş bilenler, pozitivist bir bakış açısını benimsemişler, nazarlarını maddeye ve fiziğe indirgemişler; manayı ve metafiziği yok saymışlar ya da onları görmeme, onlara lakayt kalma eğiliminde olmuşlardır. Kâinatta cereyan eden her şeyi -ister maddi olsun ister manevi- bu dar maddeci perspektife sığdırmaya çalışmışlardır.
Kâinatı her şeye gücü yeten ezeli ve ebedi bir zatın mahlûku kabul eden görüş ise onda meydana gelen her şeyi, onu yaratanın koyduğu kanunlar çerçevesinde oluyor fehmetmiş ve kendi yaşayışlarının “nasıl”ını da bu kanunlara müraat ederek çözmeye çalışmışlardır.
Bu iki cereyan hâlâ var ve sırr-ı imtihan gereği varlığını kıyamete kadar da sürdürecek. Halihazırda ahirzamanın belirgin bir özelliği olarak insanların ekseriyeti -mü’min/kâfir, iman sahibi/inançsız fark etmeksizin- seküler bakış açısını benimsemiş ya da onunla alil haldeler.
Ne yazık ki ilim yuvası olması gereken okullar da -her kademede ve hemen her yerde- insanlara, varlığa seküler bir perspektiften bakmayı aşılayan kurumlar olagelmişler. Bu husuta otoriteyi yaklaşık iki asırdır elinde tutan Batı bütün kurumlarıyla seküler bakış açısını tüm dünyaya ihraç etmeye devam ediyor. Özellikle akademik camiayla, Batı’nın maddeci perspektifiyle yoğrulmuş üniversiteler marifetiyle seküler olmayı, “bilim insanı” olmak şeklinde aksettirme yolunda büyük gayretler sarf ediyor.
Bugün bir çalışmanın “bilimsellik” ünvanını alabilmesi için seküler bir dünya görüşünü yansıtması gerekiyor mesela. Pozitivist/postpozitivist, yapısalcı, hümanist veya transformist ya da bunlardan hasıl olan bir dünya görüşüne dayalı yapılmışsa bilimsel olabiliyor ancak. Ki zikredilen bütün bu dünya görüşleri maddeci, varlığın mana boyutunu ifade etmekten son derece aciz ve açığa kavuşturması beklenen durumları izahtan fersah fersah uzak olan görüşler. Öyle ki izah etmeye çalıştıkları meseleleri seküler anlayışla belli bir noktaya kadar olgunlaştırdıkları ancak devamını getirmede dünyevi, maddeci anlayışın bu noktada yetersiz olduğunu gördükleri halde bulundukları noktada ısrar ederek, yetersiz oldukları noktalara kılıf bulmaya çalışıyorlar.
Ne var ki bütün bu uğraşlarına rağmen yaptıkları analizler, ürettikleri teoriler ve vardıkları neticeler ister istemez dünyevi bakış açısını deliyor, imani bakış açısının doğruluğuna delil sunuyor, her ne kadar adlandırmalar seküler olsa da. Buna bir örneği çalıştığım alan olması hasebiyle dilbiliminden vermek istiyorum. Dilbilimi, yeni doğan bir insanın dili nasıl edindiğini hala seküler bakışıyla açıklamakta yetersiz kalıyor. Başlarda, çocukların, dili çevrelerini taklit yoluyla öğrendikleri, akabinde insan beyninin dışarıdan gelen dil girdilerini işleyip anlamlandırarak dili edindikleri, son aşamada da insanın sosyal bir varlık olduğundan hareketle, dili kendisi ve yakın çevresi ile etkileşimi sonucu oluşturdukları şeklinde belli başlı görüşler ortaya atılmıştır.
Bunların arasından insan beyninin dışardan gelen dil girdileriyle dil olgusunu kazandığını iddia eden Bilişselciler, zihnin gelen bilgiyi işlediğini ancak bunu ne ile, hangi mekanizma ile (her şeyi maddeye indirgemenin bir neticesi) yaptığını izah etmekte güçlük çekmişlerdir. Nitekim “Dil Edinme Cihazı” tabir ettikleri bir mekanizmanın her insanın zihninde olduğunu ve –en temelde– bu cihazın bütün dillerin gramerinin özüne (Universal Grammar: Cihanşümul Dilbilgisi, tabir yerindeyse bir default program) sahip bir mekanizma olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Dillerin ortak gramer yapısına sahip olduklarını bu şekilde açıklarken birden çok dilin varlığını da “Evrensel Gramer” teorisinin içine yerleştirdikleri “prensipler ve parametreler” kavramlarıyla açıklama yoluna gitmişlerdir. Bu kavramlar, her dilin özünde aynı cümle yapısına sahip olduğunu (prensip) ancak bu yapının farklı topluluklarca farklı şekilde (parametre) tezahür ettirildiğini ifade etmekteydiler. Buna günlük hayattan verilen örnek ise; her ülkede yolların olduğu (prensip) ancak yolda gidiş ve dönüş cenahlarının ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğiydi (parametre). Dillerdeki farklılık da böyle oluşmuştu: Her dilde işi yapan, yapılan iş ve işten etkilenen vardı ancak bunun şekli ve detayı dilden dile değişiyordu.
Bilim adamlarının kendilerince “dogma” kabul ederek yaklaşmadıkları ancak buna rağmen dili “insan zihnine yerleştirilmiş –her ne kadar yerleştirenin varlığı sorgulanmasa da– bir mekanizmayla kazanılan bir yeti” olarak gördükleri bir gerçektir. Her ne kadar bilimsel değil diyerek işin aslını gösteren imani bakış açısından uzaklaşmaya kalksalar da geldikleri nokta –isimlendirmeler farklı olsa da– bu bakış açısını kabullenmek olmuştur.
Zira her insanda dil öğrenme istidadının bulunması herkesin tek bir Zat’ın mahluku olduğunun bir delili iken, bu istidadın binlerce farklı tezahürünün olması bu Zat’ın sonsuz sıfatları haiz olmasındandır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili, “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır” buyrulmuştur.
Bir diğer nokta meseleye vahidiyet ve ehadiyet veçhesinden bakabilmektir. Bediüzzaman Said Nursi’ye göre vahidiyet bir anda bütüne, genele, umumiye şamildir; ehadiyet ise özele, parçaya, hususiye şamildir . Bediüzzaman, Güneş ışığının bir anda bütün dünya yüzeyinde yansımasını vahidiyete, deniz içindeki küçük bir damla içerisinde yansımasını ise ehadiyete misal olarak vermektedir. Bu noktadan hareketle, Evrensel Dilbilgisi Teorisi’nin “prensip” olarak adlandırdığı her insanın dil kabiliyetinin olması Allah’ın Vahid oluşunun; “parametre” dediği her dilin farklı şekillenişinin ise Allah’ın Ehad oluşunun bir tezahürüdür.
Neticede varacağımız nokta, bilimin ve bilim insanlarının kâinata ve hadisata mana-i ismiyle bakan kısmının bile bu bakış açısının kâinatı ve içindekileri izah etmekte yetersiz olduğunu lisan-ı halleriyle gösteriyor olmalarıdır. Hadisatı Allah’ın varlığından ne kadar soyutlamaya çalışsalar da bu hakikatten kaçış yoktur. Zira, “Kâfirler Allah’ı inkar etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.” Ey ehl-i bilim, dikkat et, bu vartaya düşme!
- Pragmatikve yalan - 1 Ağustos 2018
- Yatırım modeli ve FETÖ-terapi - 15 Temmuz 2017
- Müslüman neden proaktif olmalı? - 20 Şubat 2017