Batı ve hakikat: Dava adamlarının aynasında bir samimiyet testi

Batı ve hakikat: Dava adamlarının aynasında bir samimiyet testi

“Modern Dünyanın Kurtuluşu Kimde?” başlıklı yazımızda Batı felsefesinin insanları kendi iç aleminde nasıl bir çoraklaşmaya mahkum ettiğinden bahsetmiştik. Madde aleminde büyük bir terakkiyat, fakat buna bedel mana alemlerinde feci bir tedenniyat yaşayan Batının intiharlar, depresyon hapları, yalnızlık hissiyatlarıyla çalkalanan modern çağın insanı için hakiki bir çözüm üretemeyeceği yazının temel konusuydu. Yazıya ilham olan eser Aklı Karışıklar İçin Kılavuz’un bir başka bölümü var ki bu bölüme dair okumalarım yeni bir yazıyı netice verdi.

Kitapta geçen ve bu yazıda da ele almaya çalışacağım dava adamı 3 şahıs var. Aslında Bu yaşanmış hikayeler benim için Üstadım Bediüzzaman Said Nursi’nin ve açtığı meslekte giden insanların nasıl bir hakikat yolcusu olduğunu daha iyi anlamada birer basamak oldu diyebilirim. Parça bütünün içinde daha iyi anlaşılıyor gerçekten de.

Bu yazı vesilesiyle anlamaya çalıştığım temel konu ise sair coğrafyalardan bakınca her alanda tam bir demokratmış gibi arz-ı endam eden Batı’ya ilişkin küçük bir samimiyet testi. Bürokrasi sahasında bu testten zaten defalarca 0 (sıfır) çekmiş bir uygarlığa hakikat sahasında da küçük bir teste tabi tutma çabası diyebiliriz. Testi Batı’da yaşamış mezkur 3 dava adamının yardımıyla yapacağız. Önce hayatlarına kısaca bir göz gezdirelim:

Kitapta geçen ilk isim Jakob Lorber. 1.800’de Avusturya’nın Styria eyaletinde doğan Lorber kıt kanaat geçinen bir ailenin dâhi müzisyeniydi. Neredeyse bütün müzik aletlerini çalabilme gibi bir yeteneği olan bu adam, içinde kendisine “uyanmasını” ve eline kalem alıp yazmasını emreden çok açık bir ses işittiği zaman yaşı 40’ına merdiven dayamıştı. Jakob Lorber o günden itibaren 64 yaşında ölünceye kadar derûni sesin kendine dikte ettirdiklerini yazadurdu. Bu 24 yıl süresince her biri 400 sayfadan oluşan 25 ciltten oluşan bir “Yeni Vahiy” meydana getirmişti bile. İşin en ilginç tarafı ise “hiçbirinin kendi zihninden akmadığı ve bu muhtevalara hiç kimsenin kendisinden daha fazla şaşmadığı konusunda bizzat Lorber’ın arkadaşlarını temin etmesi” idi.

Edgar Cayce (1877 -1945) vak’asını da bir o kadar çarpıcı olarak görür yazarımız E. F. Schumacher. ABD’de yaşayan Cayce ve 43 yıl boyunca 6.000’in üstünde farklı insanın çok özgül sorularını cevapladığı 14.000’den fazla stenografik kayıt bıraktı ardında. Genel olarak “okumalar” diye bilinen bu ifadeler Schumacher’in deyimiyle bugüne kadar bir tek bireyden sadır olan en büyük ve en etkileyici ruhî (psychic) algılama kayıtlarından oluşmaktadır. Jakob Lorber gibi Edgar Cayce de hayatının büyük bölümünde mütevazi, hatta sefalet içinde yaşadı. İstidadının kendisine yüklediği iş çoğu kez üzerinde ağır bir yük olarak duruyordu ve çabuk öfkelenen bir insan olmasına rağmen alçakgönüllülüğünü ve sadeliğini hiçbir zaman yitirmedi.

Son isim Therese Neumann (1898-1962). Therese’nin derûni hayatından ve onun olağanüstü tezahürlerinden, sadeliğinden ve çevresindeki insanlar için nasıl bir enerji kaynağı olduğundan bahseden Schumacher. Sonra bu 3 isim için şu değerlendirmeyi yapacaktır:

Jakob Lorber, Edgar Cayce ve Therese Neumann; bütün bilgi ve güçlerinin “yukarıdan” geldiğini ileri sürmekten bir an bile geri durmayan gayet dindar kişilikler idi. Her 3 örnek, bu gibi “yüksek güçlerin” beşeri kişiliğin idare ettiği herhangi bir tür saldırı ve fetihle  elde edilemeyeceği hakikatini göstermektedir.

“Peki neden?” diye sormazlar mı insana. Neden toplumları için manevi bir hava tüpü (yoga seansları, mistisizm hurafeleri vs.) arayan Batı’nın muktedirleri, hususan kendi içlerinden çıkan bu tür insanlara karşı sistematik bir red uyguluyor? Batı’nın kendi öz kaynaklarında bu 3 isme ne derece değer verdiği “sistematik red” ifadesini daha iyi açıklığa kavuşturacaktır.

Arkalarında şu veya bu türde büyük bir kanıt kütlesi bıraksalar da, her üçü hakkında da bir “resmi sükut ittifakı” mevcuttur. İki tanesi için bugünün ansiklopedilerinin en büyüğüne, yani Britannica Ansiklopedisine bakan okuyucu boşa kürek çekmiş olacaktır. Üçüncüsü ise okuyucuya vak’anın ciddi ilgiye değmeyen bir isteri ve muhtemelen özenli bir sahtekarlık olduğu hissini veren kısa ve oldukça yan tutan bir üslupla sunulmaktadır.

Kendi medeniyetinin idamesi uğruna hak ve hakikat dahil bütün değerleri harcayabilen bir uygarlıkla karşı karşıyayız, desek yanlış olmayacak. Batı’nın bu hakikat karşıtlığı “modern aklın ilerleyen sıkışma ve daralmasını çok etkin bir biçimde gösteriyor” gerçekten de. Ne de olsa onların bu gibi kişilerin gerçekliğini kabul etmesi ve böyle bir kabulün tazammun ettikleriyle yüz yüze gelinmesi, modern madde bilimciliğinin tüm aygıtlarını altüst edecektir.

Peki hakikate açık bir Batı mümkün mü? Bu konu çok su götürür elbet. Yusuf Kaplan der ki: “Batı bilkuvve çökmüştür, bilfiil yaşıyor. İslam medeniyeti ise bilfiil çökmüş görünmekte, fakat bilkuvve dimdik ayaktadır.

Allah bilir ya, bekleyip durduğumuz Kur’an medeniyetinin inşası belki de Batı’da gerçekleşecek. Ne diyordu Bediüzzaman’ın hakikattar bir rüyasında işittiği ses? “Müslümanların sadası” mı? Hayır. Şu istikbal inkîlabatı içinde en yüksek gür sada “İslam’ın sadası” olacaktır.

Abdülhamid Karagiyim
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.