Her tarafta kan kokusu, çığlıklar, cinayetler ve ölümler… Cinayetleri işleyenler, cinayete maruz kalanlar, görenler ve göremeyenler, çığlıkları işitenler ve işitemeyenler. Cinayet sadece topla, tüfekle, bıçakla vb. ile mi işlenir? İnsan söz ile de cinayet işlemez mi? Söz bazen silah gibi tesir etmez mi? Hem de söz ile işlenen cinayeti çoğu zaman görmek mümkün olmamaktadır. Ne yazık ki yaşayan ölülere yas tutulmuyor. Sözle işlenen cinayeti görmeyip sessiz kalmak da cinayet değil midir? Bazen bir bakış, bazen bir söz, bazen bir sükût da cinayettir. Cinayeti gördüm ve cinayet işledim.
İnsan sadece başkalarına karşı, başkalarının duygularına karşı da cinayet işlemez. Evvela insan kendine karşı en büyük cinayeti işler. Duygularını kirletir, onları öldürür. Duygularını kaybetmiş bir insandan neler beklenmez ki? Ruhunu gaflet ile boğan ve kendini kaybeden kişinin nerede duracağı da belli değildir. İçinde yaşadığımız çağda, dünyevileşme ve gaflet ile birlikte hassas duygularımızı öldürüyoruz ve içimize akan kanları göremiyoruz; sesleri, çığlıkları duyamıyoruz. Bediüzzaman hazretleri insanın bu hassas mahiyetine dikkat çeker ve der ki:
Senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki bazıları dünyayı yutsa tok olmaz, bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hatta bazan söner ve ölür.
Hassas duygularımız öldükçe katılaştık, duyarsızlaştık ve buhran içerisinde kendimizi bulduk. Bundan bazen rahatsızlık duyduk, bataklıktan çıkmak istedik, tutunacak bir dal aradık. Ancak yardım beklediklerimiz de duygularını, latifelerini çeşitli şekilde zehirlediklerinden kendimize model aldıklarımız da bize çözüm getirmediği gibi meselelerimizi daha da artırdı. Avrupa’nın fen ve felsefesini derdimize çare olacak sandık, dertlerimiz azalmadı, aksine daha da arttı.
Anlaşılıyor ki Kur’anî bir reçeteye ihtiyacımız vardı. Ancak Kur’an’ın yardımı ile çıkabilirdik bu bataklıktan. Bediüzzaman hayat-ı beşeriyenin yolculuğunun bu asırda bir bataklığa girdiğini Kur’an’ın nuru ile görmüştü. “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’an’ın nuruyla gördüm ki o yol bir bataklığa girdi.” Bataklıktan çıkmak içinde Kur’an nurlarına ihtiyaç vardı. Risale-i Nur bu asırda Kur’an’ın nuru olarak tecelli etmiş, hem bu asrı hem gelecek asrı da nurlandıracak bir Kur’an tefsiriydi.
Ama o eserlere muhatap olanlar olarak bizler, içinden geçtiğimiz eğitim sisteminin terbiyesi ile o eserlere muhatap olduk. Hayatın nasıl ki diğer meselelerine, aldığımız terbiye ile muhatap olup dertlerimize dert kattı isek, cerbezeli, vehimli, bedbin zihnimizle Risale-i Nur’a baktığımızdan yine eserler nurlandırıcı ve aydınlatıcı olsa da, biz o nurun önüne perde ve gölge olduk.
Bediüzzaman müjdeler verdi, biz cerbezeli bir zihin yapısı ile büyük işlerde küçük noksanlara takıldık, o kısımları nazara verdik, fotoğrafın büyük kısmını göremedik. Ümitten, şevkten bahsetti; biz ise yeis içerisinde kaldık, ümitsizlik aşıladık. Hüsnüzan dedi, vehimli zihnimizle suizan ettik, komplo teorileri ürettik. Elbette bütün bunlarda aldığımız terbiyenin etkisi vardı, o etkiden kurtulamadık.
“Hem de Avrupa’nın terbiyesinin neticesi olarak ‘her şeyin güzel olanını al’ kaidesiyle her şeyin en iyi cihetini nazara almak maslahat iken, en fena ciheti nazara alıp mütemadiyen milleti ye’se sevk ederek, ruh-i cemaati öldürüyor” sözüyle içinde bulunduğumuz durum ve sebebi kısa şekilde özetlenmiş. Cemaat ruhu niye ölür? Bu ruhu kim öldürüyor? Sualine de cevap verilmiştir. “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” dedi. Güzeli gör(e)medik, güzel düşün(e)medik.
İhlas Risalesi’nde birinci düstur olarak “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” diye söyledi. Orada insanların niyeti için bir şey söylemedi. Biz, “Benim niyetim halis, bütün halk reddetse tesiri yok” diyerek, yapılan ikaz ve eleştirilere kulağımızı ve gözümüzü tıkadık. Kendimizi haklı ve muhataplarımızı haksız gördük. Halbuki amelde rıza-yı ilahi sünnet-i seniyye dairesinde olmaktır. Zahiri şeriata muhalefet olmadığı sürece yapacağımız bir şey yoktur. “Hükümet ele bakar kalbe bakmaz.” Biz kendi amelimize bakmamız gerekirken ve başkalarına da baksak en fazla ameline bakabilecek iken, niyetlerini sorguladık, niyet okuduk. Hâlbuki niyetlere ancak Allah bakar ve biz bakamazdık. Zira niyet ölçer ya da ihlas ölçer bir aletimiz yoktu. Ama niyet metreler! ihlas metreler! türedi içimizde…
Sadece niyetim temiz demekle olmuyordu. Bediüzzaman’ın mesleğine sahip çıkmak da niyetle olacak bir iş değildi. Oradan aldığımız derslerin lisanımıza, bakışımıza, duygularımıza ve halimize yansımalı ve lisan-ı hal ile o dersleri ve düsturları yansıtmalıydık. Kalp ve lisan birliğini yakalamak, söylemle eylem bütünlüğü önem arz etmekteydi. Böyle olmadığı zaman Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu mesleğe bilmeden zarar verilmiş olacaktı.
O biçareler, “Kalbimiz Üstadla beraberdir” fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır” demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir.
Misalleri arttırmak mümkün ancak bu kadarla iktifa edelim. Eskiden beri aldığımız terbiye ve o terbiyenin bize verdiği slogan ve ezberlerimizi bir gözden geçirelim. Kusurlara odaklanmak yerine güzelliklere odaklanalım, gençleri, milleti yeise sevk ederek ruhu cemaati öldürmeyelim. İçe akan kanları, sesi ve çığlığı duyulmayan masumları fark edelim. Cinayetlerin farkına varalım, yeni cinayetler işlemeyelim. Cerbeze, yeis, bedbinlik ruhumuzu öldürdü, cinayeti gördüm…
- Anlamak - 7 Ocak 2022
- Dağılmak - 13 Temmuz 2021
- Cevapsız kalan sorular… - 21 Haziran 2021