Sabır kahramanı Hazret-i Eyüp Aleyhisselamın hastalıktan kurtulmasına vesile olan “Rabbi inni messeni yeddurru ve ente erhamürrahimin (Rabbim bana gerçekten zarar dokundu, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin)” duası acz ve zaafımızı en çok hissedip anladığımız hastalık günlerinde, belki ızdırar derecesinde muhtaç olduğumuz bir münacattır. Bediüzzaman Said Nursi bu duanın, akşam ve yatsı arasında otuz üçer defa okunması faziletli bulunan mübarek kelimeler arasında okunmasını tavsiye etmiştir. Nasıl açlık çekmeyen insanlar aç ve fakir olanların acınacak hallerini bizzat kendi nefislerinde açlık elemini çekmeden tam olarak anlayamıyorsa; bunun gibi hastaların sıkıntılı hallerini kendi nefsimizde yaşadığımız cüz’i, külli hastalıklarla daha güzel idrak ediyoruz. Rabbimiz biz insanlar için bazı vakitleri, dua ve ubudiyet zamanları olarak tayin etmiş. Güneşin batması akşam namazının, ay ve güneşin tutulmaları husuf ve küsuf namazlarının, bir kısım musibetlerin gelmesi özel duaların vakitleri olduğu gibi hastalık zamanlarını da Eyüp Aleyhisselamın duasıyla iltica edeceğimiz anlardan biri olarak değerlendirebiliriz.
Zayıf vücudumuzda hastalıklara muhatap olunca Risale-i Nurlardaki hastalıkla ilgili dersleri kendi nefsimizde yaşıyor, bu manevi deva ve ilaçların ne kadar tesirli manevi destek olduğunu bilfiil hissediyoruz. Hastalığın etkisi ile uykusuz geçen gecelerde “ben yüz gündür başımı yastığa koymadım” diyen mübarek zata Üstadımızın verdiği cevabı hatırlıyoruz. Hastalığın şiddetli zamanlarında sabır kuvvetini -geçmiş ve gelecek zamana dağıtmayıp- hazır zamana sarf edilmesi ve Rahmanürrahim’in rahmetine itimat edip, dövülmeden ağlamamak ve hiçten korkmamak gerektiği ve bütün kuvvetimizi bulunduğumuz saate sarf ederek rahmet-i ilahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi düşünüp, hastalığın kısa ömrü uzun baki bir surete çevirdiğini anlayıp, şükürle mukabele etmek dersini nefsimiz bizzat alıyor.
Herkes için farklı olan imtihan sırları gereği hastalığımıza göre vücudumuzun değişik organlarının kıymetini anlarız. İnsan bir ömür boyu her gün kolaylıkla yüzlerce lokma yuttuğu ve binlerce yudum su içtiği halde, ülfet içerisinde bu nimetin kıymetinin farkına varamıyor. Ne zaman ki boğaz veya yutakta bir iltihapla karşılaşsa veya bir arıza olsa, anca içtiği su nefes borusuna kaçınca anlıyor. Yutağa yerleştirilen bir et parçasının hikmetli yaratılışının hayatı için ne kadar önemli olduğunu fark ediyor. Rabbimiz yutkunduğumuz esnada yediğimiz besinlerin soluk borusuna kaçmayıp yemek borusundan geçerek midemize gitmesini sağlayan gırtlağımızda ufak bir dokudan ibaret olan ve tıpta epiplottis adı verilen oynar kapakçık koymuş. Bu kapakçık gırtlağımızda bulunup yutkunduğumuz esnada otomatik olarak soluk borusunu kapatıyor. Böylelikle akciğerlerimize yediklerimizin kaçmasını engelliyor ve yemek borusundan lokma geçmiş oluyor. Yutkunduktan sonra tekrar açılıyor, ta ki soluk alabilelim, nefessiz kalmayalım. Bu küçük et parçası olmazsa hayatın ne kadar sıkıntılı olacağını anlayıp her şeyi hikmetle yapana karşı binler şükürle mukabele etmek gerekiyor.
Üstadımız Otuz İkinci Söz’de solunumu anlatırken insanın ihtiyarında olanın sadece havayı akciğerlere çekmek olduğunu, sonraki faaliyetlerin irademiz dışında cereyan ettiğini anlatıyor. Akciğerlerde oksijenin alyuvarlara yüklenmesi, bütün hücrelerin ihtiyacına göre dağılımı ve ağızdan çıkarken kelime meyvesini vermesindeki hikmetli faaliyete dikkatimizi çekiyor. Hayatımızda boğazımız tahriş olduğunda veya çok konuşup ses tellerini yıprattığımızda hissederiz konuşma güçlüğünü. İnsan konuşma nimetinin önemini bundan mahrum kaldığında daha iyi hisseder. Kendi iradesi ile çıkardığını sandığı kelimelerin büyük bir hikmetin eseri olduğunu, kendi görevinin sadece harfleri mahrecine sokmak, bunun içinde ağzından çıkan güzel sözlerin mükâfatı cennet meyveleri ve çirkin sözlerin de ahirette zakkum meyveleri tarzında kendisine yedirileceği büyük bir mesuliyetini taşıyor.
İnsan kelamdan mahrum kalınca imdadına kalem yetişiyor, duygu ve isteklerini onunla ifade etmeye çalışıyor. Kur’an-ı Kerimin 68. suresine Kalem isminin verilmesinin hikmetlerini düşünüyor. Önemli bir hizmeti ifa etme, bilim ve mukaddes kitapların zamanımıza kadar gelmesi ve asırların dahi birbirleri ile istişare etmesi ve kayıt altına alınan bilgilerin gelecek nesillere aktarılması, kalemin varlığı ile olduğundan Rabbimiz kaleme yemin ederek onun önemine dikkatimizi çekiyor. Kelamlar kalemlerle kadim hale getiriliyor. Yirmi Beşinci Lem’a da geçen şu hatırada çok manidardır:
“Barla’lı Süleyman’ın halasının bir vakit gözü kapandı, o saliha kadın gözünün açılması için dua et diyerek cami kapısında beni yakaladı. Ben de o mübarek ve meczube kadının salahatini duama şefaatçi yapıp: ‘Ya Rabbi onun salahati hürmetine onun gözünü aç’’ diye yalvardım. İkinci gün Burdur’dan bir göz hekimi geldi gözünü açtı.” diyerek irade-i İlahi ve tasarruf-u Rabbaninin sadece doğal hadiseleri değil, insanın fiil ve hareketlerini de kapsadığını, doktorların eliyle gelen şifalar dahi Allah’ın tasarrufu dairesinde olduğunu, şifa verenin Şafi-i Hakiki olduğunu ders veriyor. O vakit şifayı doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, esbabı onun tasarrufunun bir perdesi olarak görüp ona göre kıymet verilmelidir.
Hastalığın hissettirdiği acz ve zaaf ile insan şöyle tazarru ve niyaza başlıyor:
“İlahi! Kendi havl ve kuvvetimden teberi edip, senin havl ve kuvvetine iltica ediyorum. Beni kendi havl ve kuvvetime terk etme; benim aczime, zaafıma, fakrıma merhamet et. Sen benim gizli ve açık her şeyimi çok iyi bilirsin. Bana fayda ve zarar verecek şeylerin maliki sensin. Üzüntümü sürura, güçlüklerimi kolaylığa çevirmeye ancak Sen kadirsin, bütün sıkıntılarımı gider. Benim ve bütün kardeşlerimizin güçlüklerini kolaylaştır. İlahi! Hastalıklardan kurtaracak, havl ve afiyet verecek kuvvet ancak Senin havl ve kuvvetindir. Ya Şafi! Maddi ve manevi dertlerimize şifa ve afiyet ihsan et. Âmin. Âmin. Âmin.”
- Risale-i Nur’la Kur’an hizmetinde taksimü’l a’mal - 21 Ocak 2015
- Ben Ömer’in kulağıyım - 28 Haziran 2014
- Ben Ömer’in gözüyüm - 8 Haziran 2014