“KUR’ÂN-I HAKÎM’İN tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etme ve aldanmamak için” yazılan “Hücumat-ı Sitte” risalesinde, Bediüzzaman Said Nursi ins ve cin şeytanlarının altı desisesinden bahseder. Yazdığı risaleyle bu desiselerin akîm bırakılmasını ve hücum yollarının seddedilmesini hedefler. Bu yazıda söz konusu risalenin “Birinci Desise”sini oluşturan “hubb-ı câh” kavramına dair bir meseleyi, İmam-ı Gazzalî’nin İhyâu Ulûmi’d-dîn eserindeki Kitâbu zemmi’l-cah ve’riyâ bölümünde ifade ettikleriyle birlikte ele almaya çalışacağım. Böylece Risale-i Nur’u ve İhyâu Ulûmi’d-dîn’i birlikte okumanın faydalarına küçük de olsa bir katkıda bulunmayı umuyorum. Kastamonu Lâhikası’nda geçen ve Gazzalî’ye de atıfta bulunan bir mektup[1] bir kısım Nur talebelerinin “Risale-i Nur dışında kitap okunmaz” tezlerinin kaynakçasında yer alsa da, bu yazıda İhyâ’yı okumanın Risale-i Nur okumalarımızı da ihya edebileceğini hubb-ı câha dair bir mesele üzerinden göstermeye çalışıyorum.
Hücumat-ı Sitte risalesinde insî şeytanların cinnî şeytanlardan öğrendikleri bir desise olan hubb-ı câha karşı talebelerinin göstermeleri gereken duruşu söylemeden önce, Bediüzzaman bu hisse dair tespitlerde bulunur. İlk olarak hırs-ı şöhret olarak tanımladığı hubb-ı cahın herkeste bulunduğunu şu şekilde ifade eder:
İnsanda, ekseriyet itibarıyla hubb-ı cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hatta o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder
Devamında ise “çok ahlâk-ı seyyienin de menşei ve insanların da en zayıf damarı” olarak tarif ettiği bu hissin ehl-i âhiret için çok tehlikeli, ehl-i dünya için ise çok dağdağalı olduğunu söyler. Bediüzzaman’ın kardeşleri hakkında en ziyade korktuğu da ‘‘bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir”.
Hubb-ı câhın herkeste bulunduğunu söylemekle beraber, eserlerinde –görebildiğim kadarıyla– bunun sebebine dair herhangi bir izahatta bulunmuyor Bediüzzaman. Bu durumu Hücumat-ı Sitte’yi telifle neyi hedeflediğini göz önünde bulundurarak anlayabiliriz. Onun öncelikli amacı talebelerini menfî cereyanların propagandalarından ve bilmeden hafiyelikte istimal edilmelerinden korumaktır. Bir diğer ifadeyle Bediüzzaman hubb-ı câh hissinin bizzat kendisini değil ehl-i ilhâdın elinde hücum vasıtası olma vasfını ele almıştır. Bu sebeple de bu hissin kökenine inip açıklamalar yapması mukteza-yı hale çok mutabık değildir diyebiliriz. O şartlarda bu hisle ilgili talebelerine gerekli olanı vermekle iktifa etmiştir: hubb-ı câhın tehlikesine dikkat çekmek ve izale edilemezse yüzünün meşru cihete nasıl çevrileceğini göstermek.
İhyâ’da ise İmam-ı Gazzalî bu meseleye dair çok önemli izahlarda bulunuyor. Bu hissi bütün yönleriyle ele alma maksadıyla yazmadığı için kökenine dair izahatta bulunmayan Bediüzzaman’ın aksine Gazzalî’nin bu hissin kökenine inmesi eserinin telif amacına baktığımızda anlaşılıyor. Hubb-ı câh meselesinin de ele alındığı “Rub’ul-mühlikât” bölümü –isminden de anlaşılacağı üzere– ahlâki rezîletlerin bizzat kendilerine dairdir. Yeme içme, cinsî tutku, sözlü kötülükler, öfke, kin ve kıskançlık, cimrilik ve mal tutkusu, riya, kibir, böbürlenme, kuruntu ve yazımızın konusu olan hubb-ı câh gibi rezîletleri geniş bir şekilde tahlil eder Gazzalî.
Câhın manasını “gönülleri hürmetle kendisine raptedip itaât ettirmektir” şeklinde verdikten sonra, gönüllerin de muhtelif ilim ve îtikadlarla insanlara bağlandığını söyler:
Bir gönül bir adamda bir kemâl vasfı bulunduğuna inandığı takdirde, ona ister istemez bağlanır. Bu îtikad, bu kemâl nispetinde merbûtiyet kuvvet kesbeder. Bu kemâlin, bizâtihî bir kemâl ve olgunluk olması şart değildir. O adamın inancına göre kemâl sayılması kâfidir. Hatta bazen aslında kemâl olmayan, adamın kendi inancına göre kemâl sayılabilir de, o vasfa sahip olana gönlü meyleder.
Söz konusu hakikî veya hayalî kemalin neler olabileceğine dair ise şunları söyler:
Bu kemâl ilim, amel, güzel ahlâk, asâlet, velâyet, hüsn-i cemâl, kuvvetlilik veya insanların kemâl saydıkları her hangi bir şey olabilir. Bütün bu vasıflar hürmeti icab ettiren şeylerdir ve câhın kıyâmına sebeptir.
Gazzalî, insanın “menfaatini sağlayıp zararını önleyecek kadar mevki” edinmesinin kâfi olduğunu belirttikten sonra, insanın buna kanaat etmediğini söyler. İnsan “Hiç gidip görmeyeceği yerlere kadar şöhretinin yayılmasını arzular. Bundan hiçbir fayda sağlamayacağı halde bunu sever”.
Bu noktada Gazzalî bir soru sorarak asıl bizi ilgilendiren kısma yani hubb-ı câh hissinin kökenine gelir: “Böyle ne dünya ne âhirette faydası dokunmayan bir sevgi peşinde koşmak ahmaklıktan başka ne olabilir dersen deriz ki: evet doğrudur. Bu sevgi gönüllerde vardır.” Hubb-ı câhın gönüllerde var olduğunu ise iki sebeple izah eder. Herkesin anlayabileceği şekilde açık olduğunu ifade ettiği birinci sebep insanın kendi geleceği hakkındaki kaygılarıyla ilgilidir. Bu kaygılar sebebiyle insan, mevki ve itibarını yükseltip yaygınlaştırarak daha uzun zaman, daha geniş çevrede güvence içinde olacağı bir gelecek hazırlamak ister.1 Gazzalî’nin ifadesiyle insan “Uzak yerlerde de meşhur olmasını ister. Çünkü ya kendisi kendi memleketinde her hangi bir sebeble sevilmez hale gelir, o memleketlere gider veya onlar kendi memleketine gelirler ve neticede uzaktakilerin nezdinde de şöhret bulması kendisine fayda sağlar. Bunlar mümkün olan şeylerdir. Mümkün oldukları için uzaktakilerin gönüllerine girmekten tabîi olarak zevk alırlar. Zira buna emniyet vardır”.
İkinci sebep için ise en önemlisi olmakla beraber anlaşılması en zor olduğunu ifade eder. Gazzalî’ye göre “Onu bayağı insanlar şöyle dursun, dahîler bile anlayamazlar. Çünkü bu sevgi, insan tabiatındaki çok gizli bir arzudan meydana gelmektedir. Bunu ancak hikmet deryasına dalanlar anlayabilir”. Yine de Gazalî ikinci sebebe dair de izahlarda bulunur. Hubb-ı câhın bu anlaşılması zor ikinci sebebi metafizik temellere dayanır. Gazalî’ye göre “De ki ruh rabbimin emrindendir” meâlindeki âyetin de gösterdiği gibi insan ruhu rabbanî bir varlıktır. Ruhun rabbanî olması “izah ve şerhine müsaade edilmeyen mükaşefe ilminin sırlarından olması cihetindendir. Zira Resul-i Ekrem (asm) bunu açıklamamıştır”.
Bununla birlikte Gazzalî okuyucusunu tamamen mahrum bırakmaz ve şu izahlarla devam eder:
Fakat sen bunu bilmeden önce şunu bilmen lazım ki: kalbinin yemek, giymek ve münasebet gibi hayvanî sıfatlara; dövmek, eziyet etmek ve öldürmek gibi yırtıcı hayvan sıfatlarına; hile, aldatma ve teşvik gibi şeytani sıfatlara; kibirlenmek, böbürlenmek, yükselmek ve üstünlük taslama gibi rububiyet vasıflarına meyli vardır. Zira kalp tafsilatı uzun zaman alan muhtelif asıllardan terekküp etmiştir. Kendisinde emr-i Rabbanî bulunduğu için, tabîatıyla rubûbiyeti sever.
Rubûbiyyet ise “varlık ve kemalde tekleşmek, eşsizleşmektir”. Kemal ilâhi sıfatlardan olduğu için –yine ilahî bir varlık olan– insan tarafından tabii olarak istenir. Kudret ve hâkimiyet birer kemaldir. Şu halde başkaları üzerinde hâkimiyet kurma arzusu insanın tabiatında vardır.
Bunun için sûfiyeden biri, Firavun’un ‘Ben sizin âli Rabbinizim’ dediği gibi, her insanın içinde aynı his vardır, fakat buna yol bulamaz demiştir ki bu söz doğrudur. Zira kulluk, nefsi kahreden nefse bir eziyettir. Bu bakımdan rubûbiyet, tabiî olarak sevimlidir. Bu da Allahu Teâlâ’nın “De ki: rûh, Rabbimin emrindendir” buyurmakla îmâ ettiği nisbet-i rabbâniyeden ileri gelmektedir.
Bediüzzaman’ın “(…) ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır” ifadesinde saklı olan, Gazzalî’nin ruha dair yaptığı ufuk açıcı izahlarıyla daha anlaşılır hale geliyor. Risale-i Nur’dan İhyâ’ya, İhyâ’dan Risale-i Nur’a giden kim bilir daha nice yollar, sorular, cevaplar vardır. Öyle ise Risale-i Nur okurken akla gelen bir sorunun İhya’da geniş bir cevabını bulmanın/okumanın nesi kötü olabilir ki?
Kaynakça
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat
İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn, Tercümesi: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Erkam Yayınları, 2016.
Mustafa Çağrıcı, “İhyâü Ulûmi’d-Dîn”, TDVİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/ihyau-ulumid-din
Mustafa Çağrıcı, “Câh”, TDVİA, https://islamansiklopedisi.org.tr/cah
[1] http://www.erisale.com/#content.tr.9.224
Güzel kardeşim; Bu çalışmanız ile sizde bir çok yönden R.Nur’u teyid etmişsiniz, fakat çok da yorulmuşsunuz. Bilirsiniz ki “Eski kitaplar birer hazinedir; Fakat hazinenin anahtarı R.Nur dadır.”
Konu R.Nur da fazilet, ene, ihlas ve bilhassa “Meylüt-Tefevvuk” kavramlarının incelenmesi ile anlaşılabilir ve tehlikeli sularda yüzmeye gerek kalmaz idi.
R.Nur kavramları üzerinde yapılan, yapılacak olan her türlü şerh-izah çalışması, günümüz ve gelecek nesiller için büyük hizmete vesile olduğu ve olacağından, emek ve gayretleriniz için hayır dualarımı bir borç bilirim. Baki selamlar.
Yorumunuz için teşekkür ederim.
Yazıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, hubb-u cah hissinin herkeste bulunmasının sebeplerine veya fıtrî olmasına dair Risale-i Nur’da bir bahis bulamadım. Hücumat-ı Sitte risalesinde bulunmayışının muhtemel bir sebebinden yazıda bahsettim. Dolayısıyla bu konunun bahsettiğiniz kavramların incelenmesi ile anlaşılabilmesinin çok mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bu konuya dair gözümden kaçmış yerler de olabilir, “görebildiğim kadarıyla” kaydını da bunun için ekledim yazıya.
Bunları söylerken, hubb-u cah ve bahsettiğiniz kavramların anlaşılması/yaşanması için Ihya’ya başvurmanın mutlak manada zaruri olduğunu da söylüyor değilim elbette. Bunun kişilere, arayışlara göre değişebilen bir husus olduğunu düşünüyorum. Risale-i Nur’da sebepleri zikredilmeden ifade edilen bir hükmün (hubb-u cah arzusunun herkeste olması) Ihya ile şerh edilebileceğini ifade etmeye çalıştım.
Selam ve dua ile.
Muhterem ders arkadaşım:
Maksadım seni tenkit etmek değil. Teavün düsturu gereği vazifeni ikmal etmeye çalışıyorum.
Düşünce tarihinde fazilet ve reziletleri temelde dört olarak ele alınıp 40 a kadar çıkaranlar olmuştur. R.Nur da ise “ene” muğlak kavramının 30.söz ve sair risalelerde açılması ile esma adedince fazilet ve reziletin olabileceği nazara verilmektedir. İhlas ve uhuvvet risaleleri, 22. ve 29.mektup hucumat-ı sitte risaleleri bunların yoğun olarak incelendiği risalelerdir.
Bilirsiniz ki Esma-il hüsna mutlak mertebede olduğu için insan tarafından kavranamaz. Ancak “ene” benlik duygusunun kazandırdığı “anahtar külçesi” vasıtası ile kavranabilir. İzafi malikiyetimizle “Malikil mülkü”, cüzi ilmimizle ” Allamül guyup ve şehadeh” mevhumlarını kavrayabiliriz.
Hubb-u cah ın birinci basamağı meylüt tefevvuk duygusu olup, her insanda vardır. İnsana “Mütekebbir” kavramını anlayabilmesi için verilmiştir. “Sübhaneke ya Mütekebbir tealeyte ya Halık”, “Halık ul Bari ul Mutasavir” hakikatlerinin anahtarıdır.
İnsanın her vasfında olduğu gibi bunun dahi fazilet ve rezilet mertebeleri vardır. “Noktay-ı istinadından kaynaklanan izzeti” ni bilmek , yani ihlaslı olmak, şefkat ve hakka ihtiram fazilet halini ifade ettiği gibi; Meylüt tefevvuk basamağından hubb-u cah a tedenni dahi rezilet halini ifade eder.
Tüm bunları derk aden insan kamil manada “Sübhane RabbiyelAzim” hakikatini tam anlayabilme yolunda mertebe kateder.
Baki selamlar.
Allah razı olsun katkılarınız için. Dediğiniz gibi ene kavramından hareketle de hubb-u cah meselesi incelenebilir.