Risale-i Nur’un mana dünyasına olduğu gibi girebilmek-10: Muhakeme usûlüne dair notlar

Risale-i Nur’un mana dünyasına olduğu gibi girebilmek-10: Muhakeme usûlüne dair notlar

MÜSLÜMAN OLAN bir şahsın bütün düşünce, duygu ve davranışları tamamen Müslüman olamadığı gibi, Risale-i Nur’la ilişkisi bulunan herkesten de o eserlerin verdiği iman ve ahlaka lâyık haller sudûr etmeyebilir. Bunun birçok sebebi var muhakkak. Şeytanı yirmi dört saat boyunca dinleyen bir nefis taşıyor olması, günahların getirdiği kasavetli ruh hali, çevresinde bulunan bazı zincirleri kıramıyor olması bunlardan birkaçı. Fakat en önemli sebeplerinden birisi de Risale-i Nur’dan kalben istifade etmekle beraber onun temel muhakeme usullerinden gaflet etmemizdir. Hem Risale-i Nur’a muhatabiyetimizde hem de kardeşlerimizle olan ilişkilerimizde sıkıntı çıkaran bu gafletimizi –kısmen de olsa– aşabilmek adına, kendim için almış olduğum bazı notları paylaşmak isterim:

 1) Tahkik taklidi kırıyorsa meşru, şefkati kırıyorsa gayrimeşrudur. Tahkik bir amaç değil araçtır. Araç amaca götürme işlevini yitirip başka değerleri hırpalamaya başladıysa orada durmak gerekir.

2) Zaruriyat hükmündeki meselelerde çok net, nazariyata giren konularda ise mümkün olduğunca esnek olmalı. Zira aklın yolu birdir ancak Bir’in çeşit çeşit tecellîleri vardır ve her insanda gâlip olan tecellî de başkadır. Bu nedenle her insanın çok farklı bir nokta-i nazardan bakabileceği gerçeğini unutmamalı. Ancak rölativist bir omurgasızlığa da kesinlikle savrulmamalı. Zaruriyata taalluk eden meselelerde elden geldiğince net bir duruş ortaya koymak, ehl-i iman için mühim bir vazife şuuru haline gelmeli.

3) Bediüzzaman’ın temel düşünce sistematiğini ifade eden Muhâkemât’ı, bilhassa başında yer alan Mukaddimeleri, Risale-i Nur’a muhatabiyette de esas alınmalı. Mesela Birinci Mukaddime’deki “Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur” usûlünden hareketle, tahkik edilmemiş bir bilgiyle ya da süzgeçten geçirilmemiş bir hatırayla karşılaşılınca akıl esas alınıp nakil ona göre yorumlanmalıdır. Elbette “O akıl, akıl olsa gerektir”. Yani Risale-i Nur’un tahkiki iman eğitiminden geçmiş ve külliyata nüfuz etmeye muvaffak olmuş bir akıl bunu yapmalıdır.

4)Gördüğün doğrudur fakat hükmün yanlıştır” deniyor Telvihât-ı Tis’a’da. Bazen tüm mesele bundan ibaret. Geniş ve derin meselelerde hakikati ihâta etmek çok zor olduğu için çabuk hüküm koymaktan kaçınmalı.

5) Sonuca çabuk ulaşmak bazen muhakemenin eksikliğinden kaynaklanır bazense idrâkin temizliğinden. Şöyle ki: Sağlam bir bilgi temeli ve ciddi bir tahkik süreci isteyen meselelerde, bunlara sahip olunmadığı halde hemen hükme atlanıyorsa, bu hal o kişi için muhakemenin eksikliğine delalet eder; ihtisas isteyen ilmî mevzular gibi. Bazı meseleler ise bedîhîdir. Parazitlerden arınmış olan her temiz kalp ve berrak akıl meselenin özünü kolayca idrak edebilir; temel iman hakikatleri gibi.

6) O’na varamayan her ilim gurbettedir. Alîm-i mutlaktan bağımsız bir ilim alanı düşünülemez. Düşünülenler de ancak tahayyül, tasavvur, vehim, safsata gibi bir asla irca edilemeyen şeylerin cirit attığı sahalardır. Lâkin “Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır.

7) İman beşerî bir teori değil ilahî bir hakikattir. Bu nedenle imânî bahislere muhatap olurken dikkat ve hürmet de ona göre olmalı. Sıkıcı bir okul dersine çalışıyormuş gibi davranılmamalı. Hayret ve haşyet gibi latifelerimizi de olayın içine katmaya çalışmalı. Oturuşumuza dahi özen göstermeli.

Şu gelen cümlelere dikkat:

Risale-i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve marifetlere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin de kuvvet ve nurlarıdır.

Bu hakikat ıskalanırsa “yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.” Aman dikkat.

8)İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” buyrulmuş. Bu “nokta”yı unutmamalı. Her ilim ve muhakeme, o tevhidî noktaya insanı yakınlaştırdığı ölçüde kıymetli, aksi takdirde kıymetsiz hatta zararlıdır.

9) Tahkik-hakikat-sır üçlemesine dikkat etmeli. Yani tahkik edilen meselenin hakikatine ulaşmalı, ulaşılan hakikatin içerisindeki sırlar hissedilmeli ve yaşanmalıdır. Yaralayıcı bir tahkik kılıcına dönüşüp sırlardan istifade edememek de, sırlar dünyasında kaybolup tahkiksiz bir teslimiyetle yetinmek de Risale-i Nur’un mesleği açısından dengeyi temsil etmiyor. Mezkur üç ayağa da hakkını vermek gerek.

10) Risale-i Nur’un ispat/tahkik metodunu iyi anlamak için bilimsel ispat ile doğru muhakemeyi birbirinden ayırmalı. Modern bilimsel paradigmayı esas alan müfredat içerisinde zihni şekillenmiş bir genç, “ispat” denildiği vakit bundan yalnızca “laboratuvar ortamında gerçekleştirilen bilimsel ispat” olgusunu anlıyor. Zihindeki bu paradigmatik kırılma neticesinde Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, haşir gibi imânî meseleler burhânî değere sahip olmayan dogmatik konular zannediliyor. Böyle olunca da “bilim ispatlayana kadar Allah’ın varlığına inanmam” gibi ucube lafları duymak kaçınılmaz oluyor.

Hâlbuki modern bilim sadece maddî evrenin çalışılmasıyla maddî sonuçlara ulaşmayı amaçlar, o kadar. Teori ve kuramları hep bu maddi bilinç üzerinden üretilir. İnsaniyetin yüksek manevî latifelerini –kurucu paradigması gereği– ya inkâr ya da ihmâl eder. Mesela geçtiğimiz yüzyılda yaşamış Fransız bir Müslüman mütefekkiri olan Rene Geunon’a göre kadim gelenekteki simya ilmini temsil eden bugünkü kimya bilimi aslında manevî ve sembolik bir anlamı bulunan simya ilminin sadece maddi cephesine odaklanmış bir “kopuş”u temsil eder. Ona göre seküler Batı tarafından bilinçli bir şekilde bu ilmin manevî cephesi terk edilmiştir. Bu tercih neticesinde maddî ve teknik açıdan ilerleme sağlansa da mâneviyat ve insâniyet açısından büyük bir düşüş yaşanmıştır. (Ayrıntılı bilgi için onun şaheseri kabul edilen Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri kitabına bakılabilir.) Bu noktada akla, Üstad Bediüzzaman’ın modern Batı medeniyeti için yapmış olduğu târif geliyor:

Cin ve insin hatta şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe…

Doğru muhakeme denilen asıl sorgulama yönteminde ise insana dercedilmiş göz, nefis, hayal, akıl, kalp, vicdan, sır, ruh gibi bütün yüksek duyu ve duygular kâinat kitabı üzerinden doğru bir şekilde işletilerek hakikatin bilgisine ulaşılmaktadır. Mesela kâinatta her an câri olan mükemmel düzen ve hassas dengeye dikkat çekilerek Sâni’in varlığı ve birliği ispatlanırken akıl, zalimin izzetinde mazlumun zilletinde bu dünyadan gittiğine dikkat çekilerek Mahkeme-i Kübra ispatlanırken vicdan, insandaki ebediyet arzusuna dikkat çekilerek ebedî saadetin zarureti ispatlanırken kalp üzerinden bir tahkik yapılmaktadır. Kur’ân-ı Hakîm’in bizi davet ettiği metod da esasen budur. Kendini belli bir alana hapsetmeksizin sorgulamaya izin verdiği için gerçek özgürlük bu alandadır. Risale-i Nur’un ispat metodolojisi de bu usûle dayanır.

Abdülhamid Karagiyim
Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.