Bediüzzaman’ı birçok kişi ziyaret etmek istedi. Ziyarete kabul edilenler oldu, kabul edilmeyenler de oldu. Ziyarete gitmek isteyip gidemeyenler, gidip görüşemeyenler de oldu. Görüşenlerin birçoğu ona sadakatli bir talebe oldular, naşirler, erkânlar, haslar makamına çıktılar.
Hayatı boyunca hediye almadı, “hediye almayan hediye vermez” diyordu. Bir hediye geldiği zaman karşılığını vermeden almıyordu, alsa hasta oluyordu. İnayet her ânında onunla beraberdi. Zira kendi ifadesiyle; “hediyelerden men etmek için Cenab-ı Hak hastalık veriyordu.”
Maddi hediye kabul etmediği gibi manevi hediye olarak gördüğü “hürmetkârâne ziyareti” de kabul edemiyor ve bir eser-i inayet olarak sesinin kısıldığını söylüyordu. Ziyarete gelip görüşemeyenlere “hatırınız kırılmasın” diyerek mazeretini bildiriyordu. Benimle “hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur’ân olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.” diyordu.
Biz de; Bediüzzaman’la aynı dönemde yaşadıkları halde, onu ziyarete gitmek isteyip, gidemeyip, görüşmeyenlerle aynı kaderi paylaşıyoruz. Belki, onunla aynı zaman diliminde yaşamış olsaydık, ziyarete gidip görüşmeye niyet edebilirdik. Ancak bugün, bizim ziyarete gitme gibi bir durumumuz söz konusu değil.
Onunla aynı devirde yaşasaydık, ziyaretine gidebilir miydik? Görüşebilir miydik? Ya da bizi kabul eder miydi? Sahi bizi kabul eder miydi?
Görüşebilir miydik, bizi kabul eder miydi, bilmiyoruz ama bugün onun kitaplarını okuyup onunla sohbet ediyoruz. Bediüzzaman da milyonlar talebeleriyle, kitapları aracılığıyla manen sohbet ediyor. Kitaplarıyla bizimle konuşuyor. O halde soruyu değiştirip zamanımızın Bediüzzaman’ı olan Risale-i Nur bizi talebe olarak kabul eder mi? diye sormak da gerekir.
Peki, en evvel Risale-i Nur bizden ne istiyor? Bizi talebe olarak kabul ederse vazifemiz ne olacak? Bizden bir isteği var mı? Evet, hem vazifemiz var, hem de Risale-i Nur’un bizden öncelikli bir isteği var; “Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir.” der Kastamonu Lahikası‘nda.
Risale-i Nur’u neşir vazifemizi hakkıyla yapabiliyor muyuz? Kaçıncı önceliğimiz iman hizmeti ve Risale-i Nur’un intişarı? Yoksa vazifemiz zararına başka cereyanlar ve hadiselerle mi meşgulüz? Eskiden Nur Talebelerini gördükleri zaman “nutku tutulanlar” vardı, bugün bizi görünce nutku tutulanlar var mı? İnsanlar ne düşünüyor bizi görünce veya nasıl tanımlıyorlar…
“Cenab-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.” İkaz ve hatırlatmasının dünyamızda karşılığı nedir? Zalimlerin satranç oyunları zihnimizi meşgul ediyor ve merakımızı celb ediyorsa eğer “ezvak-ı mâneviye ve envar-ı imaniye” bize kâfi gelmiyor mu?
Bununla birlikte hep daire içine bakıp, hayat-ı içtimaiyeye bakmayacak mıyız? Elbette bakacağız, zira o alanlarda da vazifemiz var. İçtimaî ve siyasî hayatın anarşilikten kurtulması için beş esas lazım olduğunu, bunların ise; “Birincisi: Merhamet. İkincisi: Hürmet. Üçüncüsü: Emniyet. Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek. Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder.”
Merhamet, hürmet, emniyet, haramdan çekilmek ve itaat esaslarını hayat-ı içtimaiyede temin eden bir esere muhatabız. Biz kendi mabeynimizde bu esasları temin edebildik mi? Merhametli davranıyor muyuz kardeşlerimize? Hürmet ediyor muyuz ağabeylerimize? Nura muhtaçlara, nura koşmaları için güven veriyor muyuz? Yoksa perde mi oluyoruz? İnandığımız gibi yaşayabiliyor muyuz? Umumun selameti için hakkımızdan feragat edip nefsimizi başkalarına tercih edebiliyor muyuz?
Yoksa “Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın.” denilen, dünyevî, siyasî ve küresel ölçekli cereyanlar, merhamet ve hürmeti aramızdan kaldırıp, bizim birbirimize karşı güvenimizi mi sarstı?
Risale-i Nur lisan-ı kal ile değil lisan-ı hal ile bizimle konuşuyor. Sen talebesin, sen değilsin demiyor. Yapılabilecek güzelliklerden bahisler ve yapılan bu güzelliklere taltifler de var, yapılabilecek hatalar ve aldanmalardan bahisler de var, yapılabilecek hatalara karşı tehditler de var. “Risale-i Nur’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz.”
O halde şöyle durup bir düşünmek lazım… Risale-i Nur’daki müjdelere mi muhatabız? Yoksa tehditlere mi? Kabul edildik mi? Daire dışına mı atıldık? Ya da kapıda mı kaldık?