Risale-i Nur’da dikkat çeken ve görebildiğim kadarıyla çalışılmayı bekleyen konulardan birisi ayet-i kerimelerin bağlam dışı yorumlanması meselesidir. Bağlam dışı yoruma dair kısa bir girizgahtan sonra biri Resulullah aleyhissalatü vesselama isnad edilen diğeri Sünuhât risalesinde geçen birbiriyle irtibatlı iki bağlam dışı tefsir örneğini paylaşmak istiyorum.
Kur’an Yorumunda Bağlamın Sınırlayıcılığı isimli kitabında Mehmet Bağçivan Kur’an-ı Kerim’in yorumlanmasında bağlamın sınırlayıcılığının oluşturduğu sorunları ele alıyor. Modern dönemde Batı’daki metin ve yorum teorilerinin etkisiyle İslam dünyasında Kur’an’ın iç/metinsel ve dış/tarihsel bağlama uygun şekilde yorumlanması gerektiği görüşü yaygınlaşmıştır. Bu yaklaşım Kur’an’ın sözlü bir metin olduğunu ve anlamının büyük ölçüde o dönemin kültürel ve tarihsel koşullarıyla sınırlı olduğunu savunur. Bağlamcı yaklaşımın aksine Ehl-i Sünnet tarafından temsil edilen ve İslam tarihi boyunca genel kabul görmüş yaklaşımda ise her döneme hitap eden, çok anlamlı, evrensel ve ezelî Kur’an tasavvuru söz konusudur. Klasik İslamî usul bu tasavvurun bir uzantısı olarak ortaya koyulmuş ve Kur’an’ın yorumlanmasında nüzul dönemi şartlarını (tarihsel bağlam) dikkate almakla birlikte bu unsurları metnin önüne geçirerek bağlayıcı kılmamış yani Kur’an’ın anlamını ve Cenab-ı Hakk’ın muradını o dönemle sınırlandırmamıştır. “Sebebin hususiliğine değil lafzın umumiliğine itibar edilir” şeklindeki fıkıh usulü kaidesi de bu durumu ifade etmektedir. Özellikle fıkıh ve kelâm âlimlerinin birçok ayetten bağlamlarının dışında hüküm istinbat ettikleri belirtiliyor. Müellife göre Kur’an’ın çok anlamlılığını, parçacı/atomcu ve bağlam dışı yorumunun meşruiyetini savunmak asla Kur’an-ı Kerîm’i –Bâtınîlikte ve postmodern yaklaşımlarda benimsendiği gibi– seçkinlerin yahut her bireyin keyfine göre istediği ölçüde ya da ölçüsüzlükte yorumlayabileceği anlamına gelmiyor. Aksine bu konuda bazı ilkeler belirlenmiş ve çıkarılan anlamın Arap dili kurallarına ve dinin esaslarına aykırı olmama şartı öne sürülmüştür.
Bediüzzaman da Yirmi Beşinci Söz’ün İkinci Şua’ında, Kur’an’ın lâfzındaki câmiiyete dair örnekler verdikten sonra akla gelebilecek olan “Geçmiş misallerdeki bütün manaları nasıl bileceğiz ki Kur’an onları irade etmiş ve işaret ediyor?” sorusuna şu şekilde cevap vermiştir:
Madem Kur’an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benîâdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddit manaları derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir. Evet İşârâtü’l-İ’câz’da şuradaki manalar misillü kelimât-ı Kur’aniyenin müteaddit manalarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belagatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber ulûm-ı Arabiyece sahih ve usul-i diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belagatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü’d-din ve ehl-i usulü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur’an’ın manalarındandırlar. O manalara derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir ya mâneviyedir. O maneviye ise ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka ayetten birer emare, o manaya işaret eder.
Hz. Peygamber’in (asm) bağlam dışı tefsiriyle ilgili örneklerden birini, En’âm suresinin 95. âyeti (Tohumu ve çekirdeği çatlatan şüphesiz Allah’tır; O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarmaktadır. İşte Allah budur. O halde [haktan] nasıl dönersiniz!) oluşturuyor:
Bu ayetin bağlamına bakıldığında burada Yüce Allah’ın gözle müşahede edilebilen kudretinden ve nimetlerinden bahsettiği açıkça görülmektedir. Nitekim devamındaki ayetlerde, Allah’ın gündüzü ve dinlenme zamanı olarak geceyi, hesap ölçüsü olarak güneşi ve ayı, denizde ve karada yön tayini için yıldızları yarattığı; gökyüzünden su indirerek her çeşit bitkiyi bitirdiği ve inanan bir topluluk için bütün bunlarda ibretler olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla tefsirlerde belirtildiğine göre bu ayetin asıl anlamı ya kupkuru tane ve çekirdekten capcanlı filizlerin çıkması yahut nutfenin canlı bir insana dönüşmesidir. Bununla birlikte tefsir kitaplarında bu ayetle ilgili Hz. Peygamber’e isnad edilen bağlam dışı bir yorum nakledilmektedir. Rivayete göre Hz. Peygamber’in (sas) hanımlarıyla oturduğu esnada içeri bir kadın girer. Hz. Peygamber eşlerine kadının kim olduğunu sorduğunda teyzelerinden biri olduğu cevabını alır. O yerde teyzelerinden birinin bulunmasına şaşıran Hz. Peygamber (sas) “Hangi teyzem?” diye sorduğunda onun Hâlide bintü’l-Esved b. Abdi Yegûs olduğunu öğrenir ve bunun üzerine “Ölüden diriyi çıkartan Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Bu sâliha bir kadındır, babası ise kâfirdi” buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber’in aynı ifadeyi, Hudeybiye anlaşması sonrası Müslüman olarak Medine’ye gelen ve Mekke’ye dönmeyi reddeden, azılı müşriklerden Ukbe b. Ebû Muayt’ın kızı Gülsüm için kullandığı nakledilmektedir. Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber (sas), kâfir babayı ölüye, onun vesilesiyle doğan mümin kadını ise diriye benzeterek, ayeti asıl bağlamının dışında başka bir olguyla irtibatlandırmak suretiyle açıklamaktadır.[1]
Sünuhat risalesine baktığımızda Hz. Peygamber’e (asm) isnad edilen bu tefsirle oldukça benzer bir açıklamayla karşılaşıyoruz. Bu risalede geçen ayet Rum suresinin 19. ayetidir: “O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarıyor ve yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de böyle (diriltilip) çıkarılacaksınız.” Bu ayet yukarıda zikrettiğimiz En’am suresinin 95. ayetiyle oldukça benzer bir anlama sahip olsa da bağlamına baktığımızda daha çok haşirle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Bediüzzaman da Dokuzuncu Şua’da bu ayetin haşir bağlamında bir tefsirini yapmıştır. Sünuhat’ta ise ayetin bağlam dışı bir tefsiriyle karşılaşıyoruz. Resulullah aleyhissalatü vesselamın talimiyle, Bediüzzaman da ayette geçen “ölüden dirinin çıkarılması” meselesine farklı açılardan yaklaşmış ve ayetin asıl bağlamının dışında tarihsel ve sosyal olgularla irtibatlandırarak oldukça şümullü bir şekilde tefsir etmiştir:
Pek çok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı. Hem zalime karşı miskinliği esas tutan Hristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zalime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet –eyvah!– nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler. İki âlim, bazan nakısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nakıs oluyor. Güya bakiye-i iştiha-i şevki, tevarüsle velede geçiyor. Öteki kazâ-i vatar ettiğinden, veledine ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor. Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese, meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aksülâmel yapar.[2]
[1] Mehmet Bağçivan, Kur’an Yorumunda Bağlamın Sınırlayıcılığı, Ankara: TDV Yayınları, 2022, s. 226-227.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, http://www.erisale.com/#content.tr.15.317
- Nebevî tâlim, şümullü tefsir - 1 Aralık 2024
- Âl-i İmrân suresinin 18. ayetine dair bir not - 9 Mayıs 2022
- Siyasetin gölgesindeki dualar - 5 Mayıs 2022